Fuat Aksu, “Türk-Yunan İlişkilerinde Güvenlik ve Güven Arttırma Çabaları”, Soğuk Savaş Sonrasında Avrupa ve Türkiye, Cem Karadeli (der.), Ankara: Ayraç Yayınları, 2003, ss.242-275.
TÜRK – YUNAN İLİŞKİLERİNDE GÜVENLİK VE GÜVEN ARTIRMA ÇABALARI
Fuat AKSU
Bir ülkenin ikili veya çok taraflı ilişkilerinde karşılaşabileceği sorunlar ve çıkar çatışmalarının çözümünde en temel uygulama, uyuşmazlıkların müzakere yoluyla çözüme kavuşturulabilmesidir. Diplomasi sürecinin işlerliğini yerine getiremediği durumlarda ise çözüm bir başka yöntemle sağlanmaya çalışılır, fiili güç kullanımı. Kuşkusuz, bu iki uç çözüm yöntemleri arasında çok sayıda başka yöntemler de mevcuttur. Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Hakem Mahkemeleri, Arabuluculuk bunlardan bir kaçıdır. Bu yöntemlerden bir veya bir kaçının uygulanabilirliğinin gündeme gelmesi ve çıkar çatışması içinde olan tarafların tercihlerini bu yöntemlerden yana kullanmaları, eğer taraflar arasında bir asimetrik güç ilişkisi mevcut ise, genellikle mümkün olmamaktadır. Bu durum her ne kadar uluslararası siyasal sistemin temel niteliğinin anarşik olduğu yaklaşımını ön plana çıkarsa da özünde hâlâ temel aktör durumundaki devletler uyuşmazlıklarının çözümünde güç/şiddet kullanımına hemen başvurmamaktadırlar. Dolayısıyla, klasik realizmin bakış açısından farklı olarak günümüzde güç/şiddet kullanımı nitelik değiştirerek devletlerin ulusal güvenlik ve çıkar dengelemesinde yeni yöntemler kullanmalarına olanak sağlayan yeni bir süreçten söz etmek mümkündür.
Özellikle uyuşmazlığın tarafları arasında bir güç dengesinden söz etmenin mümkün olmadığı durumlarda her zaman güçlü devletin istediği sonucu elde etmesi yerine güçlü devlet ile zayıf devletin çıkarları ve beklentileri arasında bir uyumlulaştırmanın sağlanabileceğinden söz edilmektedir. Nitekim uluslararası sistemdeki göreli istikrarın da buna bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle Soğuk Savaş döneminde iki kutupluluğun sağlamış olduğu göreli istikrar düzeni, 1990 sonrası dönemin uluslararası sistem koşullarında yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu süreç ya güçlü devletin gücünü arttırarak ve diğer devletler üzerinde hegemonik bir baskı oluşturarak sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmesi ile belirlenecek ya da devletlerin temel aktörler olarak egemen eşitliğine dayalı bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde girmesine göre belirlenecektir. Günümüzde ABD’nin hegemonik bir güç olma arayışında olduğu görülmekle birlikte, bunun alternatifinin de gelişmekte olduğu görülmektedir. Nitekim gerek sivil toplum kuruluşlarının ve sivil inisiyatiflerin küresel ölçekte tepkisinin yaygınlaşmakta oluşu gerekse bireylerin siyasal iktidarları izledikleri politikalar konusunda giderek daha fazla eleştirmekte oluşu uluslararası ilişkilerde güce dayalı stratejilerin yerine konulabilecek yeni seçeneklerin yaratılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu durum devletlerin aralarındaki uyuşmazlıkların çözümünde güce başvurma konusunda da bir tür baskı altında tutmaktadır. Giderek daha fazla uyuşmazlıkların çözümünde şiddetin gerekmediği BM mekanizmasının ve uluslararası hukukun işlerliğinin arttırılması gerektiği dile getirilmektedir.
Süreç içerisindeki gelişimine baktığımızda Türk-Yunan ilişkilerindeki uyuşmazlıkların zaman zaman diplomasi ile çatışma arasında salınım gösterdiği görülmekte. Bu salınım içerisinde tarafların diplomasinin yarattığı ılımlı yakınlaşmadan yeterince yararlanabildiklerini söylemek ise pek mümkün değildir. Dolayısıyla, iki ülke arasındaki ilişkilerin yönelimini ve sorunların çözümünü güçleştiren faktörlerin başında güven eksikliğine dayalı olarak elde edilecek çözümün kolayca aşındırılabileceği ve müzakerelerle ya da hake, mahkeme süreci işletilerek elde edilebilecek bir çözümden zararlı çıkılacağı endişesi gelmektedir. Bu duruma bir de üçüncü aktörlerin etkisi eklendiğinde durum daha da karmaşıklaşmaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki güç ve gücün kullanılabilirliği dikkate alındığında açık bir farklılaşmanın olduğu görülür. Nitekim Türk–Yunan ilişkilerinde çözüm arayışlarında iki ülke arasındaki asimetrik güç ilişkisinin olumsuz etkisi açık bir şekilde ilişkilerin yönelimini ve dolayısıyla çözüm sürecini etkilemektedir. Bu bakımdan ele alındığında, taraflar aralarındaki bunca sorunu çözmek çabası/arayışı içerisine girdiklerinde ya asimetrik güç ilişkisini kendi çıkar maksimizasyonunu sağlamak için kullanmaya çalışıyorlar ya da çözüm yöntemlerinden kendilerince uygun olanı karşı tarafa kabul ettirmeye yöneliyorlar. Bunun en belirgin örneği iki ülke arasındaki nadir diplomatik süreçlerde sorunları çözmeye çalışırken Türkiye’nin müzakere süreçlerini Yunanistan’ın ise Uluslararası Adalet Divanı’nı kabul ettirmeye çalışmaları oluşturmaktadır. Bu durum öyle bir keskinliğe yol açmaktadır ki, Türkiye’nin haklı olarak vurguladığı gibi, iki ülke arasındaki hangi konuların “uyuşmazlık konusu”, “sorun” olarak kabul edildiğini bile saptamak mümkün olamamaktadır. Tarafların bu sürece girmeleri bile “müzakere” sürecinin tercih edildiği izlenimine yol açacağı için Yunanistan tarafından kabul görmemektedir. Nitekim, 2002 yılında taraflar arasında yürütülen GAÖ çalışmalarının ilerleyen sürecinde uyuşmazlık/işbirliği konularını “keşfedecekleri” birer toplantı gerçekleştirilmiş ve bu toplantıların isimlendirilmesi bile sorun olmuştur.
Türk–Yunan ilişkilerinin süreçsel gelişiminde tarafları diplomasiden çatışmaya sürükleyen tırmanma aşamalarında ve sonrasında ilişkilerin yeniden yumuşamaya dönüşmesinde bir tür kanıksamadan söz etmek mümkün. Fiili bir uyuşmazlığın ortaya çıkışı, diplomatik görüş alışverişi, medyanın ilgilenmeye başlaması, karşılıklı görüşlerin kamuoyu desteğini sağlamaya yönlendirilmesi, üçüncü ülkelerin itidal çağrıları, diplomasinin askeri güç ile desteklenmeye çalışılması, güçlerin bayrak/kararlılık gösterileri, tırmanmanın üst evresi, çatışma durumu. Tırmanmanın en üst evresinde ise bir tür win-lost durumu söz konusudur. Taraflardan herhangi birinin gücü kullanacak olması sıcak bir çatışmayı ortaya çıkaracağından bir tür “tavuk oyunu” yaşanmaktadır. Ancak, eğer üçüncü tarafların müdahaleleri/arabuluculukları çatışmanın bu evresinde etkin bir şekilde tarafları yatıştırmaya yeterse yeniden kontrollü bir yumuşamaya geçiş mümkün olabilmektedir. Bunun en son örneği 1996 Kardak krizi ve 1998-99 Öcalan olayları sırasında yaşanmıştır. Türk SAT komandolarının Kardak Kayalıkları’ndan ikincisine çıkarak inisiyatifi eşitlemesinin ardından “tavuk oyunu” gerçekleşmiş ve ABD’nin iki ülke arasında sıcak bir çatışmayı ancak “ilk kurşunu atan karşısında ABD’yi bulur” demesi ile önlemek mümkün olabilmiştir. Statüko öncesine dönerken, taraflar kendi ulusal kamuoylarına geri adım atmanın gerekçelerini açıklayabilmişlerdir.
Tırmanmanın yeniden yumuşamaya evrildiği aşamada ise, iki ülke arasındaki ilişkilerin diplomatik düzeyde yürütülmesini sağlayabilecek girişimler yoğun çabaları gerektirmektedir. Özellikle tutarlılık ve kararlılık açısından bu durum oldukça önemlidir. Bunun için gerek ulusal gerekse uluslararası ortamın koşullarına uygun olarak taraflar arasında ikili/çok taraflı diplomatik girişimler hız kazanmaktadır. Son 10 yıllık süreç, Türk–Yunan ilişkilerinde gerginliklerin çatışmaya, çatışmaların yumuşamaya dönüştürüldüğü bir dönemdir; bu yumuşama süreçlerinde de tarafların “çatışma çözümü”nden “sorun çözümü”ne geçebilecekleri evreleri sağlam zemine oturtmaları için kimi önlemler almak gerekmiştir. Uluslararası ilişkiler literatüründe genel olarak güven arttırıcı önlemler olarak adlandırılan bu girişimler, Türk–Yunan ilişkilerinde bir başka ön evreyi daha gerektirmiştir. Tarafların birbirlerinin niyetlerinden emin olamamaları bir güven eksikliğini doğurmakla beraber, bu güven eksikliğinin somuta indirgendiği çatışma durumlarında aynı zamanda bir güvenlik kaygısı da ortaya çıkmakta ve dolayısıyla, GAÖ’den önce “güvenlik arttırıcı önlemler”in alınması gerekmektedir. İki ülke arasında askeri güç kullanımı tehditlerinin somuta indirgendiği durumlar sıklıkla yaşandığından, taraflar, uyuşmazlıkların ilk evresinden itibaren diplomasiyi askeri güç ile desteklemek yoluna gitmektedirler. Hemen her diplomatik gerginlik beraberinde askeri gerginliği de getirmekte, inandırıcılık askeri önlemlerle de desteklenmektedir.
Türk–Yunan ilişkilerinde tarafların aralarındaki sorunları çözmeden önce güvenlik, güven aşamalarını sağlam zemine oturtmaları ve süreklilik kazandırmaları gerekmektedir. Bu aşamaların herhangi birinde yaşanacak eksiklik bütün bir sürecin yeniden “çatışma”ya dönmesine yol açabilecek niteliktedir. 2000 sonrası dönem, Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde güven arttırıcı önlemlerin yaşama geçirildiği dönem olması bakımından da ilginçtir. Taraflar sorunlarını ve girişimlerini ulusal kamuoyları önünde tartışmak yerine üst düzey diplomasi içerisinde yürütmeyi tercih etmektedirler. Dolayısıyla, ulusal kamuoyları arasında oluşan yakınlaşmanın siyasiler arasında da sağlam temellere oturtulmasına çalışılmakta, algı öncelikleri yeniden değerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. Bir başka deyişle, Türk–Yunan ilişkilerinde “çatışma çözümü”nden “sorun çözümü”ne geçiş süreci yaşanmaktadır. Böyle bir sürecin başarı veya başarısızlığını etkileyebilecek girişimler neler olabilir? Bu soruya cevap vermeden önce, gerek Türkiye’nin gerekse Yunanistan’ın dış politika süreçlerinde “yaşamsal” değerde buldukları önceliklerini belirlemiş olmaları gerekecektir. Diğer yandan, Türk–Yunan ilişkilerinde “çatışma” doğurabilecek konularda “kararlılık” ölçütü nedir? Uzlaşma mı, çatışma mı? Eğer uzlaşma hedefleniyorsa, tek yanlı bir uzlaşma çabasının yetersiz olduğu ortadadır. Dolayısıyla, her iki ülkenin de siyasal irade ve kültürlerinin uzlaşmacı bir niteliğe sahip olması gerekecektir. Çatışan çıkarlara sahip iki ülkenin empati yeteneğinin geliştirilmesi gerekmektedir; yani taraflar birbirlerinin niyet ve beklentilerinin yanı sıra kaygılarını da “doğru” ve “hızlı” bir şekilde öğrenebilme ve algılayabilme olanağına sahip olmalıdır. Bu ise, her durumda diyalog sürecinin kesintisiz sürdürülmesi ve yaygınlaştırılması ile mümkündür.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki asimetrik güç dengesi tarafların uzlaşma-çatışma seçeneklerinden hangisine daha yakın olduklarını göstermesi bakımından da kimi ipuçları vermektedir. Özellikle Türkiye açısından ele alındığında, “casus belli”/savaş nedeni sayma açıklaması ve hemen her gerginlik sırasında öncelikle müzakereden yola çıkmak istemesi, bir boyutuyla, gücün caydırıcı etkisini göstermektedir. Türkiye, Yunanistan ile olan sorunlarını güç kullanarak çözme politikası izlemiş olsa bunun için gerekli olanaklara sahiptir. Ancak kalıcı ve hakkaniyete uygun bir çözümün geçerli tek yolunun müzakere olduğunun da bilincindedir. Bu bakımdan maceralara kapalı bir dış politika stratejisi uygulamaktadır. Bu nedenle, ulusal egemenlik hak ve çıkarlarının korunmasında gerekli olduğunda güç kullanabilme yeteneği ve kararlılığında olduğunu açıklayarak uyuşmazlıkların/sorunların barışçıl yöntemler, müzakere yoluyla çözümlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Uluslararası ilişkilerde güç kullanımı esasta sıfır toplamlı bir sonucun arzulandığını gösteren bir tercihtir, gücü kullanan tarafa da self-help/kendi başınalık yükler. Gücün kullanılmasının ardından yapılacak müzakere ise, güçlünün zayıfa istediğini kabul ettirme aşamasında devreye girer, özünde bu aşamada çatışan çıkarların uzlaşısını değil, var olma ile yok edilme arasındaki tercihi zayıfa yükler. Oysa gücün fiili kullanımının söz konusu olduğu savaşlardan önce yürütülen müzakerelerde uyuşmazlıkların/sorunların çözümünde tarafların çıkarlarını uyumlulaştırma olasılığı daha fazladır. Güçlü ile zayıf arasında bir denklikten söz edilemese bile bir dengenin kurulabilmesi olasılığı daha yüksektir. Dolayısıyla müzakere sürecinin çatışma öncesinde tercih edilmesi taraflara “değişken toplamlı” bir çözümü sağlayabilme şansı vermektedir. Türkiye ve Yunanistan arasında ilişkilerin süreçsel yönelimi dikkate alındığında, çözümsüzlüğün yıllardır sürmesi ve yeni uyuşmazlıklarla eklemlenmesi, büyük ölçüde bu tür bir asimetrik güç dengesinin varlığından kaynaklanmaktadır. Yunanistan, Türkiye karşısında asimetrik güç dengesini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilmek için ittifak içerisindeki ülke ve örgütlerin desteğini sağlamaya ağırlık vermekte, Türkiye ise, bir yandan müzakere sürecini işletmeye çalışırken, diğer yandan da, Türk-Yunan uyuşmazlıklarının üçüncü aktörlerin etkisine açık hale gelmesini önlemeye çalışmaktadır. AB’nin, NATO’nun, ABD’nin Yunanistan yanında yer alarak Türkiye ile müzakerelere katılması asimetrik güç dengesini Türkiye bakımından tersine çevirecektir.
1990 SONRASI GÜVENLİK VE GÜVEN ARTIRICI ÖNLEMLER
1990 Sonrası dönem Türk-Yunan ilişkilerinde de tarafların dış politika stratejilerini değiştirmeleri gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Tarafların caydırma stratejileri çerçevesinde uygulamakta oldukları politikaların yetersizliği ortaya çıkmış ve yeni yönelimler ve uzlaşı zemini yaratmak gereği tartışılmaya başlanmıştır. Türk-Yunan ilişkilerinin seyri içerisinde 1980 sonrası dönem iki ülke arasında diplomasinin sıklıkla kesintiye uğradığı, tarafların zaman zaman uyuşmazlıkları tırmandırdıkları bir dönem olmakla birlikte, nadir diyalog süreçlerine de girişilmiştir. Özellikle 1984 ve 1987 bunalımlarının iki ülkeyi sıcak bir çatışmanın eşiğine getirmesinin ardından –biraz da üçüncü tarafların baskılarıyla- yaratılmak istenen diyalog ortamı, 1988 yılında iki önemli mutabakatın imzalanması ile gelişmiştir. Atina (27 Mayıs 1988) ve İstanbul Mutabakatları (8 Eylül 1988) iki ülke arasında bugüne de zemin oluşturan bir güvenlik-güven ortamı kurgulamıştır.
1980 – 1990 Süreci
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlıkların tırmanmasını engelleyecek girişimlerin yoğunlaştırılması çabaları Türk–Yunan ilişkilerinin her sürecinde izlenebilecek bir konudur. Bununla birlikte, 1980-1990 arası dönem iki ülke arasında uyuşmazlıkların tırmanma gösterdiği ve çatışma riskinin arttığı bir dönem olmuştur. 1984 ve 1987 bunalımlarının ardından iki ülke arasında diyalog ve güven arttırıcı önlemlere ilişkin çabalar artmaya başlamıştır. Bu bakımdan A. Papandreou liderliğindeki PASOK’un Türkiye ile diyalogdan kaçınması ve Yunanistan’ın ulusal bütünlüğü ve yaşamsal çıkarlarına yönelik tehditin doğudan –Türkiye’den geldiğini sıklıkla belirtmesi, diyaloğun kurulabilmesini güçleştirmiştir. Buna karşın, 1983 sonrası dönemde, Başbakan T. Özal’ın Türk–Yunan ilişkilerine yaklaşımı büyük ölçüde ekonomik işbirliğinin arttırılarak iki ülke arasında karşılıklı güvenin sağlanmasına yönelik olmuştur. Özal’ın yaklaşımına göre, siyasi sorunlar iki ülke arasındaki işbirliğini olumsuz etkilemektedir, dolayısıyla ekonomik ve ticari işbirliğinin geliştirilmesi ulusal kamuoylarının bakışlarını değiştirecek ve siyasilerin yaklaşımlarını ılımlılaştıracak bir seçenek olarak uygulanmalıdır. 1987 yılındaki kıta sahanlığı bunalımının ardından, 30-31 Ocak 1988 tarihinde, her iki ülkenin Başbakanlarının Davos’da gerçekleştirdikleri zirvede taraflar, gerginlik sonrasında diyalog sürecini açabilecek adımları atmak konusunda istekli olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Gerçekten de, 1964 Kararnamesi, 5 Şubat 1988 tarihinde yürürlükten kaldırılmış, 9 Şubat 1988 tarihinde Yunanistan temsilcileri, beş yıl aradan sonra, Kara Ulaştırma Karma Komisyonu’nun toplantılarına katılmak üzere Türkiye’ye gelmiştir. Haziran ayı içerisinde T. Özal’ın Atina’ya yapacağı ziyaret öncesinde ise, 29–31 Mayıs tarihleri arasında iki ülke arasında askıya alınmış sorunları incelemekle görevli Siyasi Komisyon’un ilk toplantısının Atina’da; ticaret, ekonomi ve turizm alanında işbirliğini geliştirmekle görevli ikinci bir komisyonun da Ankara’da toplanmaları kararlaştırılmıştır.
Davos Zirvesi’nin ardından, diyalog sürecinde ilişkilerin geliştirilebilmesi kolay olmamıştır. Başlatılan sürecin sonuçları ancak 1999-2000 döneminde görülebilmiştir. 24-26 Mayıs 1988 tarihleri arasında Ankara’da yapılan Ekonomik İşbirliği Komite toplantısında taraflar; ekonomik, sanayi, teknik ve bilimsel işbirliği, iki ülke arasında çifte vergilendirmenin önlenmesi, yatırımların karşılıklı olarak geliştirilmesi ve korunması konularında görüşmelerin başlatılmasına karar verirlerken iki ülke arasında kara, deniz, hava ve demiryolu taşımacılığı alanında ilişkilerin geliştirilmesi ve haberleşme altyapısının geliştirilmesi konuları da ele alınmıştır. Bunlara ek olarak, iki ülke arasındaki tarım, ticaret ve sanayi konuları ile sağlık, turizm ve çevre konularında işbirliğinin geliştirilmesi kararlaştırılmıştır. Ekonomik Komite toplantısında alınan kararların uygulanabilirliği ise, büyük ölçüde, Atina’da yapılan Siyasi Komite toplantısının ve Başbakan T. Özal’ın 13-14 Haziran 1988’de yapacağı Atina ziyaretinden elde edilecek gelişmelere bağlı olarak değerlendirilmiştir. Siyasi Komite toplantısında alınan kararlar 1984, 1987 kıta sahanlığı bunalımlarından sonra iki ülke arasında sıcak bir çatışma riskinin azaltılması için önemli bir adım olmuştur.
Atina ve İstanbul Mutabakatları
27 Mayıs 1988 tarihli Papulias ve Yılmaz Mutabakatı ile taraflar; birbirlerinin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne ve Ege’nin açık deniz alanlarını ve uluslararası hava sahasını kullanma haklarına saygı gösterilmesi yükümlülüğünü dile getirmişlerdir. Buna göre taraflar; açık deniz alanları ve uluslararası hava sahasında ulusal faaliyetlerin yürütülmesinde, deniz ve hava trafiğinin uluslararası belgeler, kurallar ve yönetmeliklerde öngörülen çerçevede kolayca akımına müdahale etmemeye özen göstermeyi kararlaştırmışlardır. Açık deniz alanlarında ve uluslararası hava sahasında notam veya bildirim veya uyarı gerektiren ulusal askeri tatbikatların planlanması ve aşağıdaki hususları da mümkün olacak azami ölçüde önleyecek şekilde yürütülmesinde mutabık kalmışlardır; a) belirli bölgelerin tecrit edilmesi, b) tatbikat alanlarının uzun süreler için kapatılması, c) tatbikatların turizmin en yoğun olduğu dönemlerde -her yıl 1 Temmuz’dan 1 Eylül’e kadar-.ve başlıca ulusal ve dini resmi tatillerde yürütülmemesi. Bütün ulusal askeri faaliyetlerin planlanması ve yürütülmesi mevcut uluslararası kural, yönetmelik ve usullere uygun olarak yürütülecektir. Başbakan T. Özal’ın Atina ziyaretinin ardından, 8 Eylül 1988 tarihli İstanbul Mutabakatı imzalanmıştır. Taraflar bu mutabakatla, Ege Denizi’nde uluslararası sularda ve hava sahasında yapacakları askeri ve diğer faaliyetler sırasında uluslararası hukuk ve uygulamalara, kurallara, düzenlemelere uygun davranma yükümlülüğü altına girmeyi kararlaştırmış ve bu çerçevede, ulusal deniz ve hava kuvvetlerinin yürütecekleri faaliyetler sırasında tehlike yaratabilecek ve tahrike yol açabilecek hareketlerden kaçınacaklarını karara bağlamışlardır. Bununla birlikte, iki ülke arasında özellikle hava sahası ihlallerine ilişkin iddialar gündemde yerini korumuştur. 1994 ve 1996 bunalımları ise, taraflar arasında yaratılmaya çalışılan güven ortamının henüz yerleşmediğini göstermiştir.
Madrid Deklarasyonu
Güven arttırıcı önlemlere ilişkin bir başka girişim ise, 1996 Kardak bunalımının ardından sürdürülen çabalar sonucunda şekillenmiştir. 8 Temmuz 1997 tarihinde, iki ülke arasında Madrid Deklarasyonu kabul edilmiştir. Bu Deklarasyon ile taraflar;
“Barış, güvenlik ve iyi komşuluk ilişkilerinin sürdürülmesi konusunda karşılıklı taahhüt,
Birbirlerinin egemenlik haklarına saygı,
Uluslararası hukuk ilkelerine ve uluslararası anlaşmalara saygı,
Birbirlerinin güvenlikleri ve ulusal egemenlikleri açısından büyük bir öneme sahip bulunan Ege’deki yaşamsal çıkarları ve kaygılarına karşılıklı saygı,
Yanlış anlamalardan kaynaklanan uyuşmazlıklardan kaçınılması ve karşılıklı saygı temelinde tek taraflı eylemlerden kaçınılması taahhüdü,
Anlaşmazlıkların ortak rızaya dayanarak ve kuvvet kullanımı veya tehditi olmaksızın barışçıl yollardan çözümlenmesi taahhüdü” konularında anlaşmaya varmışlardır. Anlaşmanın en önemli yanı, Yunanistan’a tek yanlı bir eylemde bulunmama yükümlülüğü, Türkiye’ye de askeri kuvvet kullanma tehditinde bulunmama yükümlülüğü getirmekte oluşudur. Bu durum özellikle karasularının 12 mile genişletilmesi ve bunun karşılığında Türkiye’nin bu hareketi casus belli olarak değerlendirmesi ile ilgili olarak tarafların esasa ilişkin görüşlerinde bir değişikliğin olup olmadığı tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Güven arttırıcı önlemlere ilişkin bir diğer girişim ise, Dışişleri Bakanı İ. Cem’in 12 Şubat 1998 tarihinde yapmış olduğu önerilere ilişkin olmuştur. Bu çerçevede dile getirilen “NATO Genel Sekreteri ile işbirliği yapılarak Ege’de Güven Arttırıcı Önlemlerin uygulanması ve geliştirilmesi” önerisi, 28–29 Mayıs 1998 tarihleri arasında Lüksembourg’da yapılan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı sırasında NATO Genel Sekreteri J. Solana tarafından yürütülen iyi niyet girişimleri çerçevesinde ele alınmış ve 4 Haziran 1998 tarihinde iki ülke arasında Güven Arttırıcı Önlemler açıklanmıştır. Ege Denizi’nde, açık denizde ve uluslararası hava sahasında yürütülen rutin askeri faaliyetler sırasında iki ülke silahlı kuvvetlerinin gerginliği tırmandırabilecek hareketlerden kaçınmalarını ve tarafların birbirlerinin ulusal egemenlik hakları ve toprak bütünlüklerine saygı göstermesini öngören bu önlemler, ihlal ve kaza risklerini ortadan kaldırmakta ve Ege Denizi’nde askeri anlamda bir bunalımın ortaya çıkmasını azaltmaktadır. Bununla birlikte, tarafların Güven Arttırıcı Önlemlere ne denli uygun davrandıkları konusunda eleştiriler sürmüştür.
Cem – Papandreou Mektuplaşması ve Ilımlı Diyalog Süreci
İki ülke arasında gerçekleştirilen güven ve güvenlik arttırmaya dönük çabalara rağmen süreci tersine çevirebilecek gelişmeler de yaşanmıştır. Özellikle Yunanistan’ın Türkiye’deki terör eylemlerine vermiş olduğu destek iki ülke arasında yoğun diplomatik girişimlere konu edilmiş, ancak somut bir sonuca varılamamıştır. Bu durumu tersine çeviren gelişme ise Türkiye’nin Suriye üzerinde uygulamış olduğu baskının ardından Öcalan’ın Suriye’den ayrılması ve PKK’ya destek veren ülkelerde barınma arayışına girmesi olmuştur. Yunanistan’ın Öcalan’a barınma sağlamak için çaba gösterirken GKRY tarafından sağlanmış bir pasaport ile Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nde barındırılması sırasında ele geçirilerek Türkiye’ye getirilmesi iki ülke arasında gerginliğe neden olmuştur. Bu çerçevede elde edilen bilgiler ve Öcalan’ın savunması sırasında yapmış olduğu açıklamalar Yunanistan’ın teröre destek konusundaki yaklaşımını açığa kavuştururken Türkiye’nin de tepkisindeki haklılığı ortaya koymuştur. Öcalan bunalımının ardından Türkiye ve Yunanistan arasındaki güven bunalımının atlatılabilmesi ve sarsılan diyalog sürecinin yeniden kurulabilmesi çabaları çerçevesinde Dışişleri Bakanı İ. Cem 24 Mayıs 1999 tarihinde Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu’ya göndermiş olduğu mektupta ikili ilişkilerin iyileştirilmesine ilişkin görüşlerini açıklamış ve Türkiye’nin duyarlılığını dile getirerek, “ilk adımımız terörist örgütlerle ve bu örgütlerin sistematik olarak korunmasıyla Yunanistan arasındaki bağa ilişkin olarak Türkiye’de var olan anlayışa neyin yol açtığını belirlemek olmalıdır. Bu bizim için yaşamsal derecede önemli bir konudur ve yakın zamanlardaki olaylar bu konunun kesin bir şekilde ve ülkelerimiz arasında ikili düzeyde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle, ben, Türkiye ve Yunanistan’ın terörizme mücadele konusunda bir anlaşmaya varmalarını öneriyorum. Bu konunun çözümlenmesi aramızdaki varolan anlaşmazlıklara daha büyük bir güvenle yaklaşmamıza olanak sağlayacaktır. Bu anlaşmanın içeriği, halen diğer komşu ülkelerle imzalamış bulunduğumuz anlaşmalardan esinlenebilir, ancak spesifik olarak, ilişkilerimizi etkileyen sorunların doğasına da uygun olmalıdır,” demiştir. Türkiye’nin bu yaklaşımı Yunanistan’da olumlu yankı bulmuş ve Yunanistan Dışişleri Bakanı G. Papandreu, 25 Haziran 1999 tarihinde yazmış olduğu cevabi mektubunda, ikili ilişkilerin geliştirilmesine ilişkin isteğin Türkiye tarafından dile getirilmiş olmasından duyulan memnuniyeti ve bunun Yunanistan’ın da samimi isteği olduğunu vurgulamıştır. Papandreou cevabında Yunanistan’ın uluslararası hukuk ve anlaşmalar çerçevesinde ilişkilerdeki sorunları belirlemek istediğini, bu doğrultuda ortak çıkarların bulunduğu kültür, turizm, çevre, suç, ekonomik işbirliği ve ekolojik sorunlar gibi çeşitli alanlarda işbirliğinin görüşme konuları içerinde yer alabileceğini belirtmiştir. Oluşturulan ılımlı diyalog sürecinde taraflar, aralarındaki esas sorunları dışarıda bırakan diğer alanlarda ortak işbirliğini geliştirmeye yönelik çabalarını arttırmaya çalışmışlardır. Bu ise, etkileri bakımından Güven Arttırıcı Önlemlerin kararlılıkla uygulanacağına olan inancı arttırırken bir sonraki aşamada hedeflenen işbirliğine dayalı ilişkiler konusunda da iyimser olunmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim, iki ülke arasında yapılan resmi ziyaretler ve imzalanan anlaşmaların yürürlüğe konulmasında gösterilen duyarlılık, bu yöndeki olumlu çabalar olarak değerlendirilebilir.
İLİŞKİLERDE TIRMANMAYA YOL AÇABİLECEK KONULAR
Bütün bu veriler çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan arasında ılımlı yumuşama dönemini tersine çevirebilecek ve gerginlik yaratabilecek konular neler olabilir? Gerginlikler iki ülke arasındaki ilişkileri nasıl etkiler? Doğaldır ki, taraflardan herhangi birinin ortamın kendi çıkarını/tezini karşı tarafa kabul ettirmeye uygun olduğuna inanması durumunda; geleneksel uyuşmazlıklar, fiili durumlar, kazalar/öngörülmeyen durumlar, iki ülke arasında gerginliğe yol açabilir. Çatışan ilişkilere sahip ülkeler arasında çatışma-uzlaşma sarkacı her türlü olasılığı akılda tutmayı zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla uzlaşmazlık anında taraflar pek çok nedenden dolayı tepkilerini mümkün olan en üst düzeyde belirlemektedir. Ancak Türk–Yunan ilişkilerinde uyuşmazlık konularının hepsinde tepkinin üst düzeyde uygulanmadığını görmekteyiz. Doğaldır ki, bu durum uyuşmazlık/sorunun niteliğine bağlıdır. İki ülke arasında egemenlik/hükümranlık hak ve çıkarlarını doğrudan ilgilendiren örneğin, karasularının 6 milden 12 mile genişletilmek istenmesi, kıta sahanlığı iddiası, egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş adalar, adacıklar, kayalıklar sorunu gibi konularda tepkiler daha üst düzeyde uygulanırken, daha önce antlaşmalarla statüsü üzerinde uzlaşılmış konularda, örneğin azınlıklara ilişkin ihlaller, NATO komuta kontrol sorunları, adaların silahsızlandırılmış statüsünün ihlali, FIR/SAR ihlalleri söz konusu olduğunda tepkiler teknik/diplomatik protestolar düzeyinde kalabilmektedir. Bu boyutuyla düşündüğümüzde, Türkiye ve Yunanistan arasında bir yandan GAÖ çabaları sürerken ve sorun çözümüne yönelik süreç başlatılmaya çalışılırken, diğer yandan, somut sorunların çözümüne ilişkin müzakerelerde başarı sağlanmaması, uzlaşmazlığın keskinleşmesi yeniden tarafları gerginlik, çatışma ortamına sürükleyebilir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunların pek çoğu birbiriyle ilintidir, çözüm de sorunların birlikte ele alınmasını gerektirmektedir. Ülke sınırlarını, egemenlik alanlarını değiştireceğinden öncelikle egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş ada, adacık ve kayalıkların statüleri üzerinde bir anlaşma sağlanmak zorundadır. Ancak bundan sonra tarafların sahip oldukları egemenlik alanlarının denizdeki sınırını kararlaştırmak mümkün olacaktır. Buna bağlı olarak, karasuları sınırı üzerinde anlaşılmadan bu denizdeki kıta sahanlığı ve ekonomik bölge/bitişik bölge sınırlarını da saptamak mümkün değildir. Dolayısıyla, karasuları sınırı üzerinde sağlanacak bir anlaşma tarafların kıta sahanlıklarını belirlemek için başvuracakları esas hatları saptamayı da kolaylaştıracağından öncelikle ele alınması gerekir. Siyasi egemenlik sınırlarının bu şekilde saptanmasından sonra uluslararası hukuka uygun olarak karasuları ve hava sahasının genişliği üzerinde de anlaşmak mümkün olacaktır. Burada Yunanistan’ın tek yanlı iddia etmiş olduğu 10 millik ulusal hava sahası sınırının hukuksal dayanağının yetersizliği ortadadır. Ege Denizi’ne ilişkin diğer sorunlar ise, tarafların egemenlik iddialarını etkilemeyecek teknik nitelikli sorunlar olduğundan tarafların uzlaşmaları çok daha kolay olacaktır. Gerek FIR gerekse SAR sorumluluklarına ilişkin uyuşmazlıklar Türkiye’nin de AB’ye katıldığı bir ortamda iç sınırlara ilişkin sorumluluklar çerçevesinde tarafların ortak uğraşısı haline gelecek ve teknik boyutu, yeterliliği öncelik kazanacaktır.
Egemenliği Antlaşmalarla Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklar Sorunu |
Ulusal Hava Sahası Sorunu |
Ege Denizi’ne İlişkin Sorunlar |
Adaların Silahlandırılması |
Diğer yandan, tarafların güvenlik endişelerine gerekçe gösterdikleri silahlanma faaliyetleri de Lozan dengesi göz önünde tutularak daha kolay çözülebilecektir. Yunanistan’ın adaları silahlandırmak için “Türk tehditi”ne sığınması, Türkiye’nin Ege Denizi’nde amfibik yetenekli bir ordu bulundurmasının gerekçesi kalmayacaktır. Karşılıklılık çerçevesinde bu sorun da kolaylıkla çözülecektir.
Türkiye ve Yunanistan arasındaki uyuşmazlık konularına kalıcı bir çözümün bulunabilmesi için öngörülen süreç bir boyutuyla Türkiye’nin AB ile yürütmekte olduğu tam üyelik görüşmelerine bağlı olarak gelişmektedir. Özellikle 1999 Helsinki Zirve kararında dile getirilen 2004 tarihi Türkiye’ye uyuşmazlıkların çözümünde bir son tarih gibi dayatılmak istenmektedir. Tarih konusunda görüş farklılıkları yanında, özellikle tarafların bu tarihe kadar aralarındaki sorunları çözememeleri halinde Uluslararası Adalet Divanı’nın yargı yetkisine başvuracaklarını kabullendikleri yorumu Türkiye’nin hareket serbestisini kısıtlamaktadır.
EGE SORUNU BAĞLAMINDA TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİ
Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerin genel yönelimini etkileyecek pek çok sorunun varlığı ortadadır. Bu sorunlar, birbiriyle ilintili olmakla birlikte farklı özelliklere sahiptirler. Örneğin bazı sorunlar iki ülke arasında rejim oluşturan antlaşmalar yapılırken henüz kavramsal olarak bile uluslararası hukukta gündemde olmayan sorunlardır (örneğin, kıta sahanlığı, bitişik bölge, ekonomik bölge gibi deniz hukukunu ilgilendiren sorunlar bu tür sorunlardandır). Bazı sorunlar ise, rejim kuran antlaşmalarda daha sonra teknik düzeyde yürütülecek çalışmalarla ilişkilendirilen sorunlardandır (örneğin, ulusal sınırların, deniz sınırlarının belirlenmesine ilişkin sorunlar, aidiyeti tartışmalı ada, adacık ve kayalıklar sorunu bu tür sorunlardandır). Diğer bazı sorunlar ise, ya taraflardan birinin statü kuran antlaşma hükümleri ile bağlı olmak istememesinden veya taraflardan birinin rejim kuran antlaşma hükümlerini ihlal etmesiyle yaşanmaktadır (örneğin adaların silahsızlandırılmış statüsünün ihlali bu tür sorunlardandır).
Sorunların farklı özelliklere sahip oluşu uzlaşmazlığı daha da karmaşık hale getirmektedir. Tarafların hükümranlık hakları içerisinde gördükleri durum alışları antlaşmalarla oluşturulan statüyü de zaman zaman sarstığından, tarafların duyarlılıkları ve gösterdikleri tepkiler de yoğun olmaktadır. Bu durum, aynı zamanda, her türlü durum alışın win-lost olarak değerlendirildiği bir sürece girilmesine yol açmaktadır.
Karasularının 6 milden 12 mile genişletilmesi olasılığı
Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki ulusal karasuları sınırını 6 milden 12 mile genişlettiğini açıklaması ve bunu fiili olarak da uygulamaya başlaması durumunda Türkiye daha önce açıklamış olduğu savaş nedeni sayma “casus belli” kararını uygulamak zorunda kalacaktır. Çünkü yaşamsal çıkarlarının korunması konusunda kararlılığı bunu gerektirmektedir. Bu kararını uygulamaya sokma şekli ise tırmanmayı beraberinde getirecektir. Bu bağlamda, Türk–Yunan ilişkilerinin süreçsel yönelimi ve Türkiye’nin dış politika geleneği çerçevesinde diyalog sürecinin işletilmesi beklenebilir. Bir yandan diplomatik girişimler sürerken Türkiye’nin devlet gemilerini Yunanistan tarafından iddia edilen 6 mil – 12 mil arasında konuşlandırması inisiyatifi eşitleyecek ve güce ilk başvuran olmayan taraf olma özelliği kazandıracak bir taktik davranış olacaktır. Doğaldır ki bu durumda Yunanistan ya kararını askeri güç kullanarak uygulamaya çalışacaktır ya da daha önce yapmış olduğu gibi üçüncü aktörlerin de arabuluculuğu ile “onurlu bir geri adım”la yetinecektir. Karasularının 12 mile genişletilmesi ardından Türk devlet gemilerine askeri müdahale doğrudan bir Türk – Yunan savaşına yol açacaktır. Bu durumda Türkiye’nin askeri güç kullanımına göstereceği tepki “meşruiyet” kazanacaktır. Diğer yandan, savaşın sınırlı bir çatışmanın ötesine taşma olasılığı oldukça yüksektir. Tarafların gerek Ege’de gerekse Trakya ve düşük bir olasılıkla da olsa Kıbrıs’da sıcak çatışma içerisinde olması mümkündür. Yunanistan’ın 1990’ların ilk yarısından itibaren Türkiye’nin komşu olduğu ülkelerle askeri işbirliği antlaşmaları imzalamış olması dikkate alındığında bu olasılığı ciddi olarak düşünmekte olduğu söylenebilir. Nitekim Kıbrıs Rum Yönetimi ile oluşturmuş olduğu Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde Kıbrıs’ta askeri varlığını güçlendirmesi, Suriye ile imzalamış olduğu askeri işbirliği antlaşması, İran ve Ermenistan ile yapmış olduğu anlaşmalar Türkiye’nin bu ihtimaller çerçevesinde Doğu Akdeniz’de güvenliğini gözden geçirmesini gerektirmiştir.
Karasuları sorununda Türkiye’nin çıkarlarına en uygun çözüm mevcut 6 mil uygulamasının sürdürülmesi ve bunun aşılmayacağının garanti altına alınmasıdır. Bu nedenle Türkiye’nin “casus belli”/savaş nedeni sayma politikası caydırıcı bir etki yapmakta ve inandırıcılığının sınanmasının maliyeti çok yüksektir. Dolayısıyla, Yunanistan’ın maliyetinin yüksekliği ve sonucunun belirsizliğini dikkate alarak rasyonel olmayan bir tercihe yönelmesi olağan şartlarda mümkün değildir. 12 mile çıkarma kararının savaş nedeni sayılacak olması ve buna rağmen Yunanistan’ın bu kararı alması ve fiili olarak uygulaması, Türkiye’nin göstereceği tepkiye meşruiyet kazandıracaktır. Türkiye, uluslararası hukuk açısından Yunanistan’ın kararını “hakkın kötüye kullanılması” olarak değerlendirdiğini açıklayarak somut örnek olarak sunabilecektir. Savaşı başlatan taraf olmaması Türkiye’ye uluslararası kamuoyunda haklılık da kazandırabilecektir.
Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile genişlettiğini açıklaması ve bunu fiili olarak da uygulamaya çalışması sonrasında Türkiye’nin tepkisini görerek geri adım atması, 12 mil kararını geri alması Yunanistan’da siyasal iktidarı zor durumda bırakacaktır. Bu durumda alınacak bir kararın ulusal kamuoyu önünde savunulabilir olması ancak üçüncü aktörlerin arabuluculuğu ile sağlanacak olan “onurlu bir geri çekiliş” sayesinde olabilir ki, 1996 Kardak Kayalıkları krizinde bu rolü büyük ölçüde ABD üstlenmiştir. Ancak bunun karasuları sorununda yeniden olabileceğinin garantisi yoktur. Üçüncü aktörlerin etki ve rolünü abartmak, ya da ulusal stratejileri üçüncü aktörlerin tepkisine göre şekillendirmek istenmeyen sonuçların doğmasına yol açabilir. Bununla birlikte, asimetrik güç dengesinin söz konusu olduğu Türk–Yunan ilişkilerinde Yunanistan’ın kendini “zayıf” görerek Türkiye karşısında gücü dengelemek için ittifak arayışları içinde olması olağandır. Kaldı ki, Yunanistan’ın bir AB üyesi ülke olması ve NATO üyesi olması, Batı eksenli iki ülke arasında çıkacak bir sıcak çatışmada AB’nin, en azından diplomatik olarak, Yunanistan’ın yanında olmasını gerektirecektir. Dolayısıyla AB’nin Türk–Yunan çatışmasında “taraf” olma olasılığı vardır ve bu dikkate alınmak zorundadır. Nitekim Kardak Kayalıkları bunalımı sırasında Avrupa Parlamentosu’nun 15.2.1996 tarihinde aldığı karar ve AB Genel İşler Konseyi’nin 15.7.1996 tarihinde yayınlamış olduğu deklarasyon ile AB’nin Yunanistan’ın yanında yer alması bu durumu duyarlı kılmaktadır. AB almış olduğu kararda Kayalıkların Yunanistan’a ait olduğunu savunmuş ve Türkiye’yi saldırgan davranmakla itham etmiştir.
Benzer şekilde, ABD de bölgedeki stratejik çıkarları doğrultusunda iki müttefik ülke arasında uzun süreli bir çatışmaya izin vermeyecektir. Taraflardan herhangi birini diğerine tercih etmeden önce yoğun baskı arayışında olacaktır. ABD’ye rağmen çıkacak bir savaş sonrasında kazanan tarafın yoğun kamuoyu baskısıyla karşılaşma olasılığı da göz ardı edilmemelidir. Bunun istisnası, ABD ile Türkiye’nin çıkarının örtüştüğü bir durumun ortaya çıkmasıdır. Eğer Yunanistan ABD’nin çıkarını göz ardı ederek, AB desteğine güvenerek karasularını 12 mile genişletme kararını uygulamaya koyarsa, Türkiye–ABD dayanışmasını kolaylaştırmış olur. ABD’nin diplomatik baskısı, Türkiye yerine Yunanistan üzerinde yoğunlaşır. Bununla beraber Türkiye’nin göz önünde bulundurması gereken gerçek aslında savaşta tek başına olacağıdır, self-help durumu. Gücün her ögesiyle mücadele sahasında olmak gerekecektir.
Egemenliği Tartışmalı Adalar Sorunu
Türk–Yunan ilişkilerinde karasularından sonra en hızlı tırmanışa yol açabilecek sorundur. Doğrudan taraflara egemenlik sınırlarını genişletme olanağı sağlayacağı ve diğer deniz hukukuna ilişkin sorunların çözümünü etkileyebileceği için dikkatle izlenmelidir. Aslında bir boyutuyla sorun teknik bir sorundur, hukuksal statüler saptanırken teknik boyut henüz karara bağlanmamıştır. Lozan Barış Antlaşması ve sonrasında yapılan ülke devrine ilişkin antlaşmalar haritalandırma boyutunu –deniz sınırları açısından- “ihmal” etmiştir. Bu bakımdan Lozan Barış Antlaşması’nın 16. maddesi 1. paragrafı hükmüne göre, “... bu toprakların ve adaların geleceği ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir,” 2. paragrafı hükmüne göre ise, “işbu maddenin hükümleri, Türkiye ile sınırdaş olan ülkeler arasında komşuluk durumları yüzünden kararlaştırılmış ya da kararlaştırılacak olan özel hükümlere helal vermez”, denilmektedir. Bu hükümler taraflara müzakere sürecini başlatacak uygun zemini yaratmaktadır.
Lozan Barış Antlaşması ile oluşturulan statüden yola çıkılacak olursa sorun daha da karmaşık hale gelecektir. Çünkü Lozan Konferansları sırasında devletlerin denizdeki sınırları saptanırken 3 mil esasına göre hareket edilmiştir. Bugün ise, Ege Denizi’nde uygulanmakta olan karasuları genişliği her iki ülke için de 6 mildir. Yunanistan ulusal karasuları sınırını 1936 yılında (17 Eylül 1936 Tarihli 230 Sayılı Yasa), Türkiye ise 1964 yılında (15 Mayıs 1964 Tarihli 476 Sayılı Yasa) 3 milden 6 mile çıkarmışlardır. Dolayısıyla bu genişletme sırasında egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş bazı ada, adacık ve kayalıkların da Yunanistan’ın ilan ettiği 6 millik karasuları sınırı içerisinde kalmış olması muhtemeldir. Bugün bu konu tartışılırken yeniden 3 millik uygulamanın esas alınacağını söylemek yeni tartışmalar yaratacağından gereksiz ve abartılmış olacaktır. Dolayısıyla 6 millik karasuları genişliği ve esas hatlar belirlenerek yapılacak bir sınırlandırmada egemenliğinden kuşku duyulmayan ada, adacık ve kayalıkların statülerinin belirlenmesi ve teyit edilmesi gerekmektedir.
Türkiye açısından şu seçeneklerden söz edilebilir;
· Antlaşmalarla devredilenler dışında Ege Denizi’ndeki tüm ada, adacık ve kayalıklar üzerinde Osmanlı Devleti’nden kaynaklanan halefiyetini ve egemenliğini sürdürmektedir ve bunlar üzerinde herhangi bir tartışmayı dahi kabul edemez,
· Antlaşmalarla devredilenler de dahil Ege Denizi’nde sınırdaş ülkeler arasında deniz sınırına ilişkin herhangi bir antlaşma yapılmamıştır, bu çerçevede egemenlikleri devredilen ada, adacık ve kayalıkların sınırlarının saptanması gerekir. · Antlaşmalarla egemenlikleri karara bağlanmış olan ada, adacık ve kayalıklar dışında kalan ada, adacık ve kayalıkların statüleri hakkında herhangi bir antlaşma yapılamamıştır, dolayısıyla bunların egemenlikleri tartışmalıdır, müzakerelerle bu durum karara bağlanmalıdır.
Birinci seçenek doğal olarak herhangi bir müzakereyi, pazarlığı değil win-lost seçeneğini, çatışmayı öngörmektedir. İkinci seçenek ise, tarafların ulusal egemenlik sınırlarında kesin uzlaştıkları bir statüyü oluşturmalarına olanak tanıyarak müzakere sürecini başlatabilmelerini sağlamaktadır. Dolayısıyla en azından tartışmasız bölgeler üzerinde mutabakat sağlama olanağı yaratılabilir.
Kardak krizi sonrasında bu konuda bir tür fiili moratoryum oluşmuştur. Çatışma çözülmüş ve taraflar iddialarını koruyarak gerginliği tırmandırmaktan uzak kalmışlardır. Bununla birlikte “sorun” henüz çözülmüş değildir ve “fiili durum”lar yaratılmasına uygundur. Herhangi bir fiili durum yaratılması ise, tarafların yeniden çatışma noktasına sürüklenmesine neden olacaktır.
Üçüncü seçenek bütünüyle taraflara “eşit” olanak tanımakta ve halefiyet ilkesini göz ardı etmektedir. Müzakerede tarafların hukuki / siyasi tezlerine göre sonuç almak mümkündür. Başlangıçta, her iki tarafın da tartışmalı alanlarda egemenlik iddiası sorgulanabilir niteliktedir.
Türkiye açısından tutarlılığı olan seçenek büyük ölçüde ikinci seçenektir. Bu seçeneğin uygulanması durumunda tarafların antlaşmalarla belirlenmiş egemenlik sınırlarını saptamak mümkün olacağından tartışmasız kabul görmüş olanların dışında kalan alanlar üzerinde Türkiye’nin egemenliğinin devam edip etmediğine karar vermek daha kolay olacaktır. Bu durum en azından müzakere edilebilirliği sağlaması bakımından avantaj sağlamaktadır.
Kıta Sahanlığı Sorunu
1976 Bern Protokolü ile tarafların üzerinde uzlaşmış oldukları fiili durumlar yaratmama kararı, süreç içerisinde Yunanistan’ın ulusal karasuları dışında petrol arama ruhsatları vermesi ile ihlal edilmeye çalışılsa da, Türkiye’nin de kendi araştırma gemilerini bölgeye göndererek karşılıklılığı uygulayacağını göstermesiyle yeniden fiili/hukuki moratoryuma dönülebilmiştir.
Kıta sahanlığına ilişkin uyuşmazlık, fiili durumlar söz konusu olduğunda bile, taraflar arasında fiili bir savaşa dönüşme olasılığı düşük olan sorunlardandır. Çünkü burada diğer sorunlardan farklı olarak ulusal yetki ve hükümranlık sınırlarını saptayan herhangi bir ikili antlaşma söz konusu değildir. Dolayısıyla bu anlamda bir egemenlik ihlalinden çok, önemli çıkarların ihlal edilebileceği olasılığından söz etmek mümkündür. Taraflar ancak somut adımlar attıklarında, örneğin petrol sondajı yapmak gibi, diğer tarafın bu eyleme müdahalesi söz konusu olabilir. Dolayısıyla, uzlaşmazlığın çatışmaya dönüşeceği bir tırmanma evresi gerekecektir, fiili durumlardan doğacak bir tırmanmada tarafların güce başvurma olasılığı her zaman vardır. Ancak böylesi bir durumda güce başvuracak tarafın eylemin meşruiyetini sağlaması zordur. Bern Protokolü ile taraflar bu tür tırmanmalara yol açabilecek girişimlerden karşılıklı olarak kaçınacakları yükümlülüğü altına girmişler ve bu konuda ulusal kamuoylarını kışkırtacak girişimlerden uzak kalacaklarında anlaşmışlardır. Tırmanmaya yol açabilecek girişimleri başlatan taraf, doğal olarak, aynı zamanda bu protokolün hükümlerini de ihlal edeceğinden eylemindeki “meşruiyet”i ortadan kaldırmış ve karşı tarafa eyleminde haklılık kazandırmış olacaktır. Bern Protokolü, kıta sahanlığına ilişkin uyuşmazlıkta karşılıklı çıkar ve tezleri dikkate alan bir müzakere sürecini başlatmaları için taraflara inisiyatif yüklemiştir. Bu konuda ortak karar alınmadıkça ve anlamlı müzakereler gerçekleştirilmeden Uluslararası Adalet Divanı’nın yargı yetkisine başvurulması veya başka bir çözüm yönteminin ileri sürülmesi protokolün mantığına ters düşmektedir.
Adaların Silahsızlandırılmış Statüsünün İhlali
Ege Denizi’nde egemenliği Yunanistan’a devredilen adaların silahsızlandırılmış statülerinin açıkça ihlal edilmekte oluşu ve bunun iki ülke arasındaki ilişkileri zaman zaman gerginleştirmesi, hukuki ve siyasi açılardan ele alınması gereken bir uyuşmazlığı ortaya çıkarmaktadır. Özellikle Ege’de taraflar arasında sıcak bir çatışma riskinin bulunması ve müzakerelerle çözülemeyen sorunların güç kullanılarak çözümlenebileceği endişesi, asimetrik güç dengesi de göz önüne alındığında, bu adaların silahsızlandırılmış statüsünün sürdürülmesini iki ülke açısından da duyarlı kılmaktadır. Yunanistan, “tehdit algılamaları” çerçevesinde bu adaları Türkiye’ye karşı silahlandırmakta olduğunu açıklamaktadır. Türkiye ise bu adaların “silahsızlandırılmış” statüsünün sürdürülmesinin ulusal güvenliği açısından zorunlu olduğunu ve bu kaygıları çerçevesinde antlaşmaların yapıldığına işaret etmektedir. Dolayısıyla, her iki ülkenin de kendi var oluş ve ulusal güvenlik kaygılarını gerekçe göstererek silahsızlandırılmış statüyü kullandıkları görülmektedir. Güvenlik ve güven arttırıcı önlemlere koşut olarak, taraflar arasında mevcut sorunların müzakerelerle çözümleneceğine dair bir anlayışın hakim kılınması ve güvenlik kaygılarının giderilmesi durumunda bu konudaki uyuşmazlığın da ortadan kalkması düşünülebilir. Nitekim Ege’de güvensizlik ve güvenlik kaygılarının artmasına koşut olarak güvenliğin karşılıklı silahlanma ile sağlanmaya çalışılması bu süreci tersine çeviren bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla, tarafların bu kaygılarının azaltıldığı ve kurumsal bir yapı içerisinde güvenceye alındığı bir ortamda ihlallerin kolaylıkla çözümlenmesi mümkün olabilecektir.
Bu durum iki ülke arasında uzlaşmazlık konusu olarak var olmaya devam ettiği sürece iki ülkenin de taraf olduğu ittifak sistemlerinin işleyişleri de büyük ölçüde etkilenecektir. Nitekim NATO’nun bölgesel faaliyetleri ve oluşturulmaya çalışılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP)’nin işleyişi açısından bu kaygıların ön planda tutulması olumsuz etki yaratmaktadır. Diğer yandan, Türkiye’nin de AB’ye tam üyeliğinin gerçekleşmesi ile Ege Denizi AB’nin coğrafi sınırları içerisinde yer alırken Türk–Yunan sınırı bir iç sınır haline dönüşecektir. Bu niteliğiyle iki tam üyenin ulusal güvenlik kaygısı içinde olması ve birbirlerini güvenliklerine tehdit olarak algılamayı sürdürmesi ittifak ve entegrasyonun mantığı ile uyuşmayan bir durum olacaktır. Dolayısıyla, Avrupa Birliği Ortak Dış ve Savunma Politikası (ODSP) çerçevesinde, AB’nin dış sınırlarının güvenliği daha duyarlı olacak ve stratejiler bu duyarlılığa göre saptanacaktır.
Ulusal Hava Sahasının 10 Mil Olarak Uygulanmak İstenmesi ve FIR
Türkiye ve Yunanistan arasında önemli bir uyuşmazlık konusu olan 10 millik ulusal hava sahası iddiası uluslararası hukuk açısından da tartışma yaratmaktadır. Uluslararası hukuka göre bir devletin hava sahası o devletin toprakları ve karasularının dış sınırı üzerindeki hava sahası kadardır. Dolayısıyla nasıl bir devletin kara sınırlarının dışında bir hava sahası olamayacaksa, doğaldır ki, deniz sınırlarının ötesinde de bir hava sahası olamayacaktır. Bu nedenle, Yunanistan’ın Ege Denizi’nde uygulamakta olduğu 6 millik karasuları sınırının ötesine uzanan bir 10 millik hava sahası ilan etmesi, hukuksal açıdan dayanaktan yoksundur. Bu durumun kabulü 10 millik karasuyu ilanı demektir ki, karasularının 6 milin ötesine genişletilmek istenmesi Türkiye tarafından savaş nedeni sayılmaktadır.
Yunanistan’ın karasuları konusundaki yaklaşımının 6 milin ötesine taşmamak olduğunun kesinleşmesi durumunda, deniz hukukuna ilişkin diğer sorunlarda olduğu gibi, bu sorunda da anlaşma sağlanabilmesi daha fazla mümkün olacaktır. Bir başka açıdan, geçmişte güvenlik gerekçesiyle ilan edilen bu karar silah teknolojisinin de gelişmesiyle artık anlamsız hale gelmiştir. Dolayısıyla, güvenlik gerekçesi ulusal hava sahasının genişletilmesine gerekçe olmaktan çıkmıştır.
FIR konusundaki tartışmalar ise, taraflardan herhangi birine egemenlik hakkı tanımadığından, sadece teknik bir sorumluluk yüklediğinden, AB üyeliğinin gerçekleşmesi durumunda kolaylıkla çözümlendirilecek bir uyuşmazlık noktasıdır. Gerçekten de AB’nin iç sınırları içerisinde yer alacak olan Ege Denizi’nde tarafların teknik yeterliliklerinin de göz önüne alındığı yeni bir düzenleme kolaylıkla uygulamaya konulabilir. Ayrıca Yunanistan’ın Türkiye’den ICAO kurallarına aykırı olarak istemekte olduğu devlet uçaklarına ilişkin uçuş bildirimi için de gerekçe kalmayacaktır. Nitekim Türkiye ve Yunanistan arasında ICAO çerçevesinde yürütülen görüşmelerde bu konular ele alınmış ve teknik düzenlemeler konusunda görüşmeler yapılmıştır.
SONUÇ YERİNE
Gerek güvenlik ve güven arttırıcı önlemler gerekse iki ülke arasındaki temel uyuşmazlık konuları dikkate alındığında bu tür önlemlerin mevcut uyuşmazlık konularını çözmede tek başına yeterli olabileceğini söylemek elbette ki mümkün değildir. Daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, söz konusu önlemlerin samimiyetle uygulanabilmesi durumunda ancak iki ülke arasındaki güven ortamına dayalı diyalog süreci açılabilecektir.
Bu aşamada, söz konusu sürecin işlemeye başlamış olması olumlu bir adım olmakla birlikte, kimi kuşkular da vardır. Öncelikle, Türkiye’nin AB ile olan tam üyelik müzakereleri çerçevesinde değerlendirildiğinde, Yunanistan ile olan uyuşmazlıklarının üyelik için ön koşul/kısa dönem hedefler olarak dile getirilmesi iki ülke arasında açık bir koşulluluk ilişkisi ve asimetri doğurmaktadır. Bu durumun yaratmış olduğu en önemli sakınca, taraflardan hem Yunanistan’a hem de Türkiye’ye karar alma sürecinde baskı uygulamakta oluşudur. Özellikle AB’nin her iki ülkeyi birbirine karşı engel olarak göstermesi durumunda uyuşmazlıkların çözümü zorlaşmaktadır. Ancak bu aşamada dikkatleri çeken bir nokta Yunanistan ile AB’nin çıkarlarının Türkiye ile olan ilişkilerde örtüştüğüdür. Gümrük Birliği’nin ardından, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmesi, AB ve Yunanistan’ın Türkiye’ye baskı ve pazarlık uygulama olanağı vermiştir. Nitekim bu sayede 2003 Nisan’ına değin GKRY, Kıbrıs’ın yasal temsilcisi olarak AB’ne tam üye olarak kabul edilmiş, Türkiye ise bu genişleme dalgası içerisinde yer almayarak 2004 yılı sonunda görüşmelere başlanabileceği belirtilmiştir. 2003 Nisan’ında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise, Kıbrıs ve Yunanistan ile olan sorunlar “güçlendirilmiş siyasi diyalog ve siyasi kriterler”, “öncelikler (2003-2004)” başlıkları altında dile getirilerek daha yumuşak bir üslup kullanılmıştır. Bununla birlikte koşulluluk ilişkisi özünde değişmemiştir.
Dolayısıyla, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunamadan GKRY’nin AB’ye tam üye olarak kabul edilmiş bulunması, buna karşın KKTC ve Türkiye’nin üyelik sürecinin dışında kalmış olması, bundan sonraki dönemde, Türkiye ile Yunanistan’ı karşı karşıya getirebilecek bir pozisyona sürüklemiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye ve AB’nin de karşı karşıya gelmesine yol açabilecektir. Nitekim Kıbrıs sorununa ilişkin tartışmalar sürerken AB çevrelerinde dile getirilen görüş Kıbrıs sorununa çözüm bulunamamasının Türkiye’nin AB üyeliğini zora sokacağı ve AB-Türkiye karşıtlığı yaratacağı şeklinde olmuştur. Benzer durum Yunanistan ile Türkiye arasındaki temel sorunlara ilişkin olarak da söylenebilir. Nitekim AB’nin güven yaratma süreci için uygun zemin oluşturabileceğine olan inancın sonucu olarak Türkiye ve Yunanistan arasındaki kimi sorunların kolayca çözümlenebileceği ortadadır. Ancak henüz taraflar sorunların varlığı ve niteliği üzerinde yürütmekte oldukları “istikşafi” görüşmelerde belirgin bir ilerleme sağlayamamışlardır. Bu durumda Yunanistan’ın görüşmeler sırasında yakalamış olduğu avantajdan son ana değin yararlanmak isteyeceği düşüncesi akla gelmektedir: Ancak bunun yaratacağı olumsuzluk da ortadadır. Her iki tarafın da yaratılmış bulunan asimetrik güç ilişkisinden yararlı çıkması aynı zamanda çıkarlarının dengelenmesine bağlıdır. Bu dengelemenin söz konusu olamadığı durumlarda elde edilecek sonucun da kalıcı olması beklenemez. Dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliği için Yunanistan ile olan sorunların çözümünde aşırı ödünler verebileceğini düşünerek hareket etmek rasyonel olmayacaktır. Benzer şekilde Yunanistan açısından da Türkiye’nin tatmin edici çözümler üretebilmesi ve inandırıcı olması gerekecektir. Güvenlik ve güven arttırıcı önlemler konusunda yürütülen çabalar ve somut projelerin varlığı bu aşamada önem kazanmaktadır. Tarafların bu alanda sağlayacakları ilerlemenin doğrudan etkisi sorun çözümüne ilişkin aşamada siyasi karar alıcıların hareket serbestisini kolaylaştıracaktır. Hiç kuşku yok ki bu süreç en zor süreçtir ve kırılganlığı da yüksektir. Bu bakımdan gerek Yunanistan’ın gerekse Türkiye'nin sorunların çözümü konusunda aceleci davranmaları yerine bir paket halinde çözemedikleri sorunları zamana yaymaları ve moratoryum ilan etmeleri akılcı olacaktır. Her iki ülkenin de AB üyesi bulundukları bir süreçte pek çok sorununun çözümü için uygun ortam yaratılabilecektir; buna hukuksal çözüm arayışları da dahildir. Teknik sorunların çözümü ise, siyasi karar alıcıların güvenlik, tehdit ve çıkar algılarındaki önceliklerin değişmesine koşut olarak kolaylaşacaktır.
KAYNAKÇA
Aksu, Fuat, “Ege ve Kıbrıs Sorunlarının Çözümünde Avrupa Birliği’nin Tutumu”, (Yayınlanmamış Makale)
“Further Opinion of Professor M. H. Mendelson O.C. on the Application of the Republic of Cyprus to Join the European Union”, Un doc. A/56/451-S/2001/953, 9 October 2001, www.un.org/documents/ga/docs/56/a56451.pdf
“Türkiye ve Yunanistan, Ege Denizi'nde Askeri Bir Çatışma Çıkmasını Önleyecek Tedbirler Almayı Kararlaştırdılar”, Amerika’nın Sesi Radyosu, 05. 06. 1998.