Türk Dış Politikasının 87 Yıllık Analizi
Prof. Dr. İdris BAL
Türk dış politikasını etkileyen faktörler neler? Önceleri edilgen, sadece reaksiyon politikası izleyen Türkiye bugün, Ankara merkezli politikalar izleyebiliyor mu? Bunda hem siyasetin hem de konjönktürün nasıl bir etksi var?
Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyetine geçişte hayatın tüm yönlerine hitap eden, hukuk sisteminden, alfabeye, hafta sonu tatiline, ölçü tartı birimlerine, giyim kuşama kadar devlet yönetiminden sosyal hayatın tüm yönlerine kadar bir dizi devrim gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte, Türk dış politikası da değişim yaşamış, Türk dış politikası küresel iddialara sahip olma noktasından, mütevazi, sadece amacı ulus devletin sınırlarını koruma, varlığını devam ettirme noktasına gelmiştir.
Türk dış politikası Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar üç ayrı bölüme ayrılabilir.
İlk dönem 1923- 1990 arasıdır.
Bu dönem de kendi içerisinde Atatürk dönemi ve Atatürk'ün ölümü sonrasından 1990'a kadarki dönem olarak ayrılabilir.
İkinci dönem 1990-2002 arası dönemdir.
Üçüncü dönem ise 2002 sonrası dönemdir.
İlk dönem öncelikle devlet oluşumu ve devletin bağımsızlığını koruma amacı taşıyan daha sonraları statükocu ve tepkisel olunan bir dönemdir.
İkinci dönem ise yeni arayışların ortay çıktığı, eski yaklaşımların sorgulandığı bir dönem olmuştur.
Son dönem ise Türkiye'nin Ankara merkezli düşünmeye başladığı, gerçek bir bölgesel güç olduğu, bölgesel ve hatta küresel hedeflerin ortaya atılmaya başlandığı bir dönem olmaktadır. Bu bildirinin amacı öncelikle başından günümüze Türk dış politikasına şekil veren temel faktörlerin çerçevesini çizmek, daha sonra ise Türk dış politikasındaki temel değişimleri özetlemek ve 2002 sonrası yeni yönelimleri vurgulamak ve analiz etmektir.
Türk Dış Politikasına Şekil Veren Faktörler
Herhangi bir ülkenin dış politikasına şekil veren maddi ve maddi olmayan bir dizi faktörden söz edilebilir. Başka bir açıdan ise psikolojik çevre ve fiziksel çevre dış politikanın oluşumunda etkili olmaktadır. Bunlar ise gerçekleşen olaylar ve bunların insanlar tarafından algılanması ile ilgilidir. Dış politikaya şekil veren faktörleri eğer üç grup altında toplamak gerekirse; yapısal faktörler, davranışsal faktörler, dış dünyadaki gelişmeler bir ülkenin dış politikasını oluşumunda belirleyicidirler.
Yapısal faktörler
Yapısal faktörler bir ülkenin kısa zamanda değişmesi mümkün olmayan o ülkenin beşeri ve maddi kaynaklarının yapısı ile ilgili özellikleridir.
Bunlar; bir ülkenin tarihi, coğrafyası, nüfusu, ekonomik durumu, askeri gücü, ulusal özellikleridir.
Bu bağlamda Osmanlı tarihi Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasında etkili olduğu gibi, Türkiye'nin coğrafi özellikleri, Avrupa ile Asya arasındaki konumu, diğer taraftan kuzey-güney bağlamından da Ortadoğu ve Rusya arasındaki kilit pozisyonu Türkiye'nin dış politikasını etkilemektedir.
Benzeri şekilde halkının kültürel özellikleri, ulusal karakteri, liderlerinin özellikleri gibi yapısal faktörler dış politikanın oluşumunda etkili olmuştur.
Bu bağlamda tarihi miras ele alınması gereken faktörlerden bir tanesidir.
Altı yüzyıl süren çok büyük ve çok uluslu imparatorluğun varisi olmak, Türkiye'ye bir taraftan kullanabilecek büyük potansiyeller bırakırken, bu potansiyelin kullanılmaması ve yanlış politikalar gereği Osmanlı mirası Türkiye'nin güvenlik çıkarları ile ilgili riskleri de beraberinde getirmiştir.
Örneğin yakın zamana kadar Türkiye tüm komşuları ile kavgalı bir ülke konumundaydı. Bu durumu anlamlandırmada Rusya ve İran hariç Türkiye'nin komşularının tümünün Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında yaşamış olmaları gerçeği önem arz etmektedir. Bu ülkelerin bağımsızlık mücadelelerini Osmanlı'ya karşı yapmış olmaları, Türkiye'nin de gerekli önlemleri almaması sonucu söz konusu ülkelerin tarihlerini yazarken genellikle Osmanlı'yı çoğu sorunlarının kaynağı olarak göstermektedirler.
Söz konusu ülkelerdeki bu Osmanlı-Türk karşıtı eğilim özellikle bu ülkelerin eğitim sisteminde görülmektedir. Bu durum Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, Ermenistan gibi ülkelerde açıkça görülebilmektedir.
Diğer taraftan Türk tarihi ve olayları algılaması açısından ise, söz konusu ülkelerin bağımsızlık ve uluslaşma mücadeleleri, vefasızlık, isyan ve ihanet örneği olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin dış politikasının belirlenmesinde, özellikle Türkiye'nin güvenlik algılama ve girişimlerinde çevresinde kendisine yönelik olarak bu türden duygular besleyen bir dizi ülke bulunması önemli rol oynamaktadırlar.
Diğer taraftan bardağın dolu tarafına bakan bir anlayışla yaklaşıldığında aynı ülkeler ve Osmanlı'nın hakim olduğu diğer ülke ve bölgelerde Türkiye'nin etkili olabileceğini de hatırda tutmak gerekmektedir. Bu bağlamda Osmanlı mirası hem fırsatları, hem de bazı risk ve yükleri Türkiye'nin omuzlarına yüklemektedir.
Yüklerden kurtulmak veya onların ağırlığını en aza indirmek, fırsatları, potansiyelleri de en iyi şekilde kullanmak Türk karar vericilerinin ve politika yapıcılarının maharetine kalmış bir durumdur. Uzunca bir süre, bu bağlamda Türk karar vericilerinin çok iyi bir performans sergilendiği söylenemez.
Türkiye'nin coğrafyası, kimliği Türk dış politikasının belirlenmesinde rol oynayan önemli bir faktördür. Üç tarafı denizlerle çevrili olması, Avrupa ile Asya kıtalarının birleştiği yerde köprü vazifesi görmesi, boğazları elinde bulundurması, Anadolu'nun geçiş noktası olması, Avrupa-Balkanlar, Ortadoğu/ Asya arasında maddi ve moral bir bağlantı öğesi olması, bir taraftan İslam ve Türk kimliklerine vurgu yapılırken diğer taraftan Avrupalılık kimliğin benimsenmesi ve bu bağlamda sosyal kültürel anlamda bir tür kimlik sorunu yaratan bir ikircikli konuma sahip olması onun dış politikasının belirlenmesinde önemli roller oynamakta, belirleyici olmaktadırlar.
Öneğin, Türkiye'nin ikircikli kimliği II. Dünya Savaşı'nı takiben ABD önderliğinde Sovyet karşıtı gruplaşma oluşurken Türkiye'nin Batı Avrupa merkezli mi, yoksa Ortadoğu/Asya merkezli mi bir rol üstleneceği tartışmasının yaşanmasına yol açmıştır. Türkiye ısrarla batılı kimliğine vurgu yapmış ve Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında NATO ve diğer birçok Batı merkezli örgütlenmeye katılmış, Ortadoğu ve Asya'da etkili olmayı rol oynamayı tercih etmemiştir. Aslında tarih tekerrür edercesine aynı tartışma bir anlamda günümüzde de, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girip girmemesi konusunda, bu defa biraz askeri/stratejik faktörler dışı bir açıdan da tartışılmaktadır.
Türkiye bölgesel standartlarda ekonomik, teknolojik, demokratik bağlamda iyi durumda olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye teknoloji üreten değil tüketen ülkeler grubuna girmekte, ekonomisi gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmakta, demokrasisi yine ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmış olup eksiklerini giderme arayışındadır. Tabi kaynaklar bağlamında özellikle Türkiye'nin komşu olduğu Ortadoğu ülkeleri gibi petrol ve doğalgaz zengini olmaması, nüfus büyüklüğü Türk dış politikasın oluşumunda etkili olmaktadır.
Davranışsal Faktörler
Türkiye'nin yapısal faktörlerinin üzerinde zaman içerisinde davranışsal faktörler oluşmuştur. Bunlar temel davranışsal faktörler denge politikası, batıcılık, statükoculuk, Rus tehdidi, Yunanistan'ın tutumu, karar alma mekanizması ve aktörlerin tutumu olarak sıralanabilir.
Denge politikası aslında güvenliğini kendi gücü ile sağlamada yetersiz kalan tüm ülkelerin takip ettiği bir siyasettir.
Osmanlı daha önce kendisi Batı için bir tehdit iken, özellikle 19. yüzyılda Osmanlı güvenliğini kendi başına sağlamada zorlanmış ve önce 1870'lere kadar İngiltere ile daha sonra I. Dünya Savaşı sonuna kadar Almanya ile işbirliğine gitmiştir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetle beraber aynı denge politikası devam etmiş Kurtuluş Savaşı boyunca ve Cumhuriyetin kurulması sonrası SSCB ile işbirliği yapılmış, II. Dünya Savaşını takiben bu defa SSCB Türkiye'nin karşısına bir tehdit olarak dikildiği için Batı ile işbirliği yapılmış ve Türkiye NATO üyesi olmuştur.
Batıcılığın kökeni Osmanlı'nın son yüzyılında görülmektedir. Yıkılmakta olan imparatorluk bu duruma çare bulma bağlamında Batı'dan bazı kurumların ve yöntemlerin alınmasını çözüm olarak düşünmeye ve uygulamaya başlamıştı.
I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Mustafa Kemal yakın çevresine batıcı aydınları aldı ve bu aydınların onun etrafında olması Osmanlı'nın sonunda başlayan reformları hızlandırmasına ve bazı durumlarda sonuçlandırmasına yardım etti.
Türkiye Kuruluş Savaşı'nı Batı medeniyetine karşı değil Batılı güçlere karşı verdi. Cumhuriyetle beraber Batı erişilmesi gereken bir hedef, işbirliği yapılması gereken bir taraf haline geldi. Böylece Cumhuriyet'in kurulması ile Batıcılık yeni kurulan devletin resmi ideolojisinin bir parçası haline geldi. Batıcılık dış politikanın belirlenmesinde de belirleyici olma özelliğini Cumhuriyet'in başından günümüze kadar devam ettirmektedir. Türkiye'nin AB dahil tüm Avrupa kurumları içinde yer almaya çalışmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Türkiye'nin NATO ve diğer Avrupa kurumlarına girmesi, AB'ye başvurusu ve bu konudaki devam eden ısrarı, Asya ve Ortadoğu'yu ihmali, takip ettiği batıcılık prensibi ile daha anlamlı hale gelmektedir.
Statükoculuk Türkiye'nin takip ettiği diğer bir prensiptir. Kurtuluş Savaşı sırasında her ne kadar devletin kuruluş hedeflerinin topraksal anlamı olan Misak-ı Milli tam olarak gerçekleştirilememiş olsa da, zamanın siyasi liderliği tarafından o günün şartları göz önüne alındığında gelinen noktanın tatmin edici olduğu kabul edilmiş, bu durumun Lozan'da siyasi ve hukuki anlamda tescil edilmiş olması, Türk dış politikasındaki Lozan temelindeki mevcut durumu koruma düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda Mustafa Kemal'in Yurtta Sulh Cihanda Sulh deyişi cumhuriyetin dış politika çizgisini oluşturmuş, bu çizgi Montrö, Hatay, Kıbrıs örnekleri hesaba katılmazsa günümüze kadar esas olarak sürdürülmüştür. Bu çizgi bir taraftan Türk dış politikasını maceradan uzak tuttuğu argümanı ile savunulurken, diğer taraftan bu çizginin Türk dış politikasını pasif ve reaksiyoncu bir yapıya oturtması bağlamında eleştiriye de maruz bırakmıştır.
Öncelikle Yurtta sulh cihanda sulh deyişi statükocu bir yaklaşımla yorumlanabileceği gibi aktif, reaksiyoncu olmayan, ülkesinde, bölgesinde ve hatta dünyada sulhun, adaletin gerçekleşmesi, Türkiye'nin çıkarlarının korunması için elini taşın altına koyabilen, riskler alabilen, kendi projeleri ile ortaya çıkabilen bir dış politika anlayışı şeklinde de yorumlanabilir.
Diğer taraftan statükocu bir anlayışla yorumlansa bile, Yurtta sulh cihanda sulh anlayışının ortaya atıldığı dönemdeki Türkiye'deki şartlar, dünyadaki şartlar, dönemin liderlerinin tecrübeleri, psikolojik yapıları gibi faktörler hatırda tutulmalıdır.
I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan devletlerle yapılan anlaşmaların en ağırı olan Sevr anlaşmasının dayatıldığı Osmanlı Devleti, kendi içinden çıkan Mustafa Kemal liderliğinde milli bir hareket ile I. Dünya Savaşı'nın galibi devletlerin desteklediği Yunan güçlerine karşı başarılı bir Kurtuluş Savaşı verilmiş, bunu takiben büyük güçler de Türkiye ile anlaşmaya yanaşmışlar ve Sevr'e göre kesinlikle büyük bir başarı olan Lozan'ı Türkiye ile imzalamışlardır. Yani bir bakıma Batı'nın bir çırpıda işi bitirmek istercesine dayattığı Sevr ulusal bir reaksiyonla makulleştirilmiş, “Lozanlaştırılmıştır”.
Statükoculuğa daha ziyade galip devletler, kayrılmış çıkarları olan ülkeler, bu durumu devam ettirebilmek için sahip çıkarlar. Oysa Türkiye I. Dünya Savaşı'nın galibi değil mağlubudur. Lozan ise kendine dayatılan sanki doğu sorununu kökten çözmek isteyen, Osmanlı Türkü'nün intiharı anlamına gelecek bir anlaşmanın reddi ile daha makul bir antlaşma yapabilmek için milli bir mücadele neticesinde erişilen, zamanın şartlarında erişilebileceğin en iyisine erişmeyi amaçlayan bir anlaşmadır.
Dolayısı ile Lozan I. Dünya Savaşı galibi bir Türkiye'nin imzaladığı, Türkiye'ye kayrılmış çıkarlar sağlayan bir antlaşma değil, hatta Misak-ı milli'nin bile o devirdeki şartların el vermediği için tam olarak gerçekleştirilemediği bir anlaşmadır.
Örneğin I. Dünya Savaşı'nda aynen Anadolu'nun işgal edilememiş diğer şehirleri gibi Musul bölgesi de işgal edilememişti. Fakat bölgenin Hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olması, bu kaynaklar sayesinde Türkiye'nin kendini çabuk toparlayabilme ihtimalin olması gibi sebeplerle Lozan'da Türkiye'ye verilmemiş daha sonra da bu bölge Türkiye'den alınmıştır.
Statükoculuk ile ilgili diğer önemli bir boyut ise, II. Dünya Savaşı ile dünyadaki dengeler tamamen değişmiş, yeni bir uluslararası sistem kurulmuş ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile bu sistem de revize edilmektedir. Bu şartlar göz önüne alındığında Lozan temeline dayanan ve Atatürk'ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh deyişini statükoculuğu meşrulaştıracak şekilde yorumlayan bir anlayış, sorgulamaya açık olup kanaatimce iki binlerin Türkiye'si için “deli gömleği” anlamına gelecek, Türkiye'nin uluslararası arenada hareket sahasını ve ufkunu daraltacak ve Türkiye'yi dış politikada sıkıntılara sokacaktır.
Şimdiye kadar takip edilen politikalar da Türkiye'yi büyük ölçüde dünya ve bölge politikalarından izole etmiş, Türkiye'yi inisiyatif almaktan korkan, reaksiyoncu, pasif ve her zaman başkalarının projeleri üzerinde konuşan, kendisi proje ortaya atamayan, yalnız bir ülke konumuna sokmuştur. Günümüzde Türkiye bu durumdan kurtulma çabaları vermektedir ve önemli mesafe kat etmiştir.
Türk Dış politikasına şekil veren diğer bir davranışsal faktör “Rus tehdidi”dir. Türkiye'nin uluslararası politika açısından her zaman önem arz eden coğrafyası kuzeyinde kendisi için özellikle 19. yüzyıldan itibaren tehdit oluşturan bir güçle yaşamak zorunda bırakmıştır. Nasıl Osmanlı Devleti yükselirken hemen yanında gerileyen Bizans vardıysa, benzeri bir şekilde Osmanlı gerilerken hemen yanında yükselen bir Rusya vardı ve Osmanlı nasıl Bizans'ın gerilemesinden yararlandıysa, Rusya da Osmanlı'nın gerilemesinden yararlanmıştır.
Rusya önce Osmanlıdan aldığı topraklar sayesinde Karadeniz'e bir çıkış kazanmış, daha sonra Osmanlı'yı Karadeniz'in kuzeyinden tamamen silmiştir. Bunun ötesinde sıcak denizlere inme politikası ile daha da aşağılara inme politikasını ortaya koysa da bunda muvaffak olamamıştır.
Osmanlı'dan günümüze bu gelişmelerin etkisiyle Türk karar vericilerin şuur altında Rusya dikkat edilmesi gereken bir tehdit olarak kazınmıştır. Önce Çarlık Rusya'sı, sonra SSCB, şimdi de Rusya Federasyonu bu bağlamda değerlendirilebilir. Günümüzde Rusya ile gelişen ilişkililer, bu davranışsal faktörü tamamen ortadan kaldıramasa da, artık her iki tarafın birbirlerini düşman olarak kabul etmediklerini, hatırda tutmak gerekir.
Türk dış politikasının oluşumunda rol oynayan diğer bir davranışsal faktör geçmişte Osmanlı'nın bir parçası olan Yunanistan'ın tutumudur. 300 yıldan fazla Osmanlı egemenliği altında kalan Yunanistan dönemin büyük güçleri İngiltere, Rusya ve Fransa'nın da desteği sayesinde 1830'da bağımsızlığını kazanmıştır. Diğer taraftan yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Yunanistan'ın Anadolu'ya işgalini sona erdirmek amacı ile yapılan Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuştur. Bu durum her iki ülkenin tarihi hafızlarında önemli yer tutmaktadır.
Yunanistan bağımsız olduktan sonra defalarca Osmanlı ve Türkiye aleyhine genişlemiştir. Bu durum Türk insanı ve karar vericileri üzerinde etkili olmuş, Türk dış politikası formüle edilirken her zaman Yunanistan'ın tutumu, takip ettiği politikalar dikkatle takip edilmiş ve Türk dış politikasın oluşumunda Yunanistan faktörü önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda Fatin Rüştü Zorlu'nun “Yunanistan bir havuza atlasa biz de atlarız, velev ki havuz boş olsun” deyişi bu durumu yansıtan çarpıcı bir açıklamadır.
Türkiye'nin bu hassasiyetinin arkasında yatan mantık, Yunanistan'ın attığı adımlar ile büyük güçlerle bağımsız olduğu dönemde ve daha sonra yaptığı gibi işbirliği yaparak Türk çıkarlarına zarar vermesinden korkulması ve bu durum hassas bir şekilde Yunanistan'ın takip edilerek önlenmeye çalışılmasıdır. Aslında Türkiye'nin korktuğu başına gelmiş ve Yunanistan AET'ye başvurduktan iki hafta sonra 31 Temmuz 1959'da Türkiye de Yunanistan'dan geri kalmamak için başvuruda bulunmasına rağmen Yunanistan 1980'de AT'ye tam üye olmuşken, Türkiye ise halen AB'ye üyelik için çabalamaktadır. Sonuçta ise Yunanistan AB'yi ardına alarak Türkiye'yi Türk Yunan sorunlarında ve Kıbrıs sorununda sıkıştırmaktadır.
Türkiye'deki dış politika karar yapım süreci ve süreçte yer alan aktörlerin tutumu dış politikanın oluşumunda rol oynamaktadır. Hükümet, Cumhurbaşkanı, Dış İşleri Bakanlığı, Güvenlik yapılanması dış politikanın yapım sürecinde ilk derece önemli oyuncularken, meclis, medya, çıkar grupları, etnik baskı grupları ve kamuoyu dış politikanın yapım sürecinde ikinci derece oyunculardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kimliği dış politika yapım süreci ile direk ilgilidir. Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Dışişleri Bakanlığı kendilerini tamamen devletin var olan kimliğini korumaya adamışlardır. Bu bağlamda bir ittifak içindedirler. Türk dış politikası doğal olarak Kemalist Batıcılığı rehber edinen devlet kimliğini yansıtır. Bakanlar Kurulu ve Başbakan ise halkın tercihlerine daha duyarlıdırlar ve yukarıda sözü geçen üç oyuncu (saç ayağı) karşında farklı bir dış politika ortaya koyabilme bakımından fazla belirleyicilikleri yoktur. Onlar halk ile devlet arasında tampon oluşturmaktadırlar. Meclisin ise rolü çok sınırlıdır. Meclis temel olarak üç büyük oyuncunun ve yürütmenin aldığı kararları onaylar.
1990-2002 dönemi: Türk Dış Politikasında Yeni eğilimler
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Atatürk dönemi diyebileceğimiz ilk dönemde öncelikle devlet oluşumu ve devletin bağımsızlığını koruma amacı hedeflenmiş, daha sonraları ise Türk Dış Politikasını tanımlamada statükoculuk ve tepkisellik daha belirleyici hale gelmiştir.
Cumhuriyetin kurulmasından Atatürk'ün ölümüne kadar geçen dönemde devlet inşası süreci devam etmiş, diğer taraftan ise yeni kurulan devletin tam bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunması, buna yönelik uluslararası işbirliğinin sağlanması temel hedef olmuştur. Bu bağlamda Kurtuluş Savaşı'nda düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi bağlamında batı ile mücadele eden SSCB ile ortaklık yapmış fakat bağımsızlık ilan edildikten sonra yavaş yavaş SSCB'den uzaklaşıp batıya yaklaşılmıştı.
Sovyetler ile uzaklaşma süreci 2. Dünya Savaşı sonunda zirveye varmış, SSCB'nin kendisi Türkiye'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tehdit eden en önemli güç haline gelmiş, boğazlarda hak iddia etmiş ve toprak talep etmiştir. Bu durum ise Türkiye yi batıya itelemiş, Türkiye 1952 de NATO'ya girmiş ve batı güvenlik sistemini parçası haline gelmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye'nin dış dünyada özerk davranabilme gücüne zarar vermiştir.
Türk Dış politikasında ABD ve batı daha belirleyici hale gelmiştir. Başka bir değişle bu dönemdeki Türk Dış Politikasının tepkisel olmasının, pasif olmasının genel sebebi Soğuk Savaş ortamıdır.
Türkiye SSCB'nin komşusudur ve onu provoke etmek istememekteydi ve günümüzde Türk dünyasının önemli bir parçası olarak adlandırılan Orta Asya SSCB'nin bir parçasıydı. Balkanlar ise doğu bloğunun bir parçasıydı. Ortadoğu ise her ne kadar da iki bloğa dahil olmasa da iki blok liderlerinin mücadele alanıydı, dolayısıyla Türkiye pro-aktif politikalar takip etmek istese bile o dönemdeki konjonktür buna uygun zemin hazırlamamaktaydı.
İkinci ise, Türkiye o dönemde hem iç politikada, hem dış politikada çoğulculuk yerine tek tip insan oluşturma gayretinde idi ve farklılıklar cezalandırılıyordu. Bir bakıma bu dönemde Türk insanı fikri bir kısırlaştırmaya maruz bırakılmıştı. Bunun dış politikaya yansıması ise, tek boyutlu, yüzünü batıya dönmüş, diğer bölgeleri ihmal etmiş hatta ve hatta düşmanca yaklaşım içerisinde bir dış politika anlayışı ve uygulamasıydı. Bu iki faktör bir araya geldiği için bu dönemde Türkiye dış politikada daha etkisiz, daha pasif, daha edilgen duruma düşmüştür.
Türk dış politikasındaki yaklaşımların sorgulanmaya başlandığı dönem genel olarak Soğuk Savaş'ın bitmesi ile başlayan dönem olmuştur. Bu dönem 1990'larla başlamış ve 2002 AK parti iktidarına kadar devam etmiştir. Bu dönem ise yeni arayışların görüldüğü, eski yaklaşımların, politikaların sorgulandığı bir dönem olmuştur.
Soğuk Savaş boyunca güvenlik argümanlarından dolayı batı için önemli olan, NATO içerisin de ikinci büyük orduyu besleyen doğu –batı sınırları içerisindeki toprakların %37'sini koruyan, Sovyet ordularına karşı ilk savaşacak ordu olan Türkiye batı için önem arz etmekteydi. Bu durumun farkında olan Türkiye bu güvenlik kartını batı ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak devamlı bir şekilde kullanmıştır. Fakat Doğu Blok'u dağıldıktan, Sovyetler Birliği de parçalandıktan, kominizim de tehdit olmaktan çıktıktan sonra artık Türkiye güvenlik bağlamında bu bakımdan batı ve ABD için önemini kaybetmiştir.
Tam da Türkiye'nin batı ve ABD için öneminin azaldığı iddiaları ortaya atılırken, Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda Kosova, Makedonya, Bosna gibi sorunlar, Kafkasya'da, Osetya, Çeçenistan, Abazya, Karadağ gibi sorunlar, Ortadoğu da Kuveyt in işgali, Filistin sorunu gibi sorunlar, istikrarsızlıklarla dolu bu bölgelerin tam ortasında bulunan Türkiye'nin bölgesel ve küresel barış için yok sayılamayacak bir güç olduğunu ortaya çıkardı. Bu nedenle tahminlerin aksine, başta ABD olmak üzere dünya ülkeleri Türkiye'ye daha fazla önem vermeye başladılar. Türk-Amerikan ilişkileri stratejik ortaklık olarak adlandırılmaya başlandı. Türkiye ise diğer taraftan Soğuk Savaş sonrası dönemde hala önemli olduğunu ortaya koyabilmek ulusal çıkarlarını koruyabilmek için KEİB, EKO, Balkan ülkeleri ile işbirliği, Türk Dünyası ile işbirliği, ABD ile daha derin işbirliği gibi arayışlara girmiştir.
Fakat şu da bir gerçektir ki, Soğuk Savaşın sona ermesi Türk dış politikasını sınırlayan konjonktürel etkileri ortadan kaldırmış, bağımsız bir Türk dünyası, işbirliğine açık bir Balkanlar, işbirliğine yatkın bir Ortadoğu ortaya çıkmıştır.
İkinci olarak ise Türkiye içerisinde hem iç politika, hem dış politika anlayışında daha çoğulcu yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, tek tip insan oluşturma mantığı yerini daha liberal ve çoğulcu bir mantığa bırakmış, dış politikada ise batının dışındaki bölgeleri yok sayan anlayış iflas etmiş, dış politikada da daha çoğulcu, çok boyutlu anlayışlar ortaya atılmaya başlanmıştır.
1990'lar sonrası Türk dış politikasının pro-aktif hale gelmesinde diğer faktörlerin yanında Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerde yalnızlığı, özellikle terör ve Kıbrıs konusunda desteklenmemesi, Türkiye'nin AB sürecinde sorunlarla karşılaşması, Rusya hala önemli bir güç olarak Türkiye'nin karşısında durması gibi faktörler Türkiye'nin 1990 sonrası yeni arayışlara girmesinde itici rol oynamıştır. Fakat 1990'larda Türkiye'de koalisyon hükümetleri bulunması, bu hükümetlerin uyumlu çalışmaması, Özal'ın 1993 de şüpheli vefatı, 1997 deki muhtıranın demokratik rejimi tahribi, hükümeti düşürmesi Soğuk Savaş sonrasındaki fırsatların değerlendirilmesi bağlamında zararlı olmuş, dış politikadaki yeni açılımları zayıf bırakmıştır.
2002 Sonrası Dönem: Ankara Merkezli Politikalar
2002 yılında AK partinin tek başına iktidara gelmesi ile başlayan dönemde, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile Türk Dış Politikasında başlayan değişim arayışı, eski uygulamaların sorgulanması, yeni yön, alternatif arayışları, artık arayış olmaktan çıkmış, kurumsallaşmış ve yeni bir Türk dış politikası yaklaşımı uygulamaya koyulmuştur. Bu yeni politikanın temel özellikleri şöyledir;
İlk olarak, Yurtta Sulh Cihanda sulh prensibi önceden statükocu bir şekilde yorumlanıyor ve uygulanıyordu. Bu yüzden Türkiye çevresinde olup bitenlere ilgi göstermiyor, müdahil olmuyor eğer zarar görürse sadece tepki gösteriyordu. Yeni Türk karar vericileri artık bu ilkeyi farklı yorumlamaya başladılar. Yurt içinde demokratikleşme ve kucaklayıcı bir ideoloji ile barışı sağlamayı hedeflerken, çevresinde ve dünyada aktif politikalarla barışı ve istikrarı sağlamak hedeflenmeye başlandı.
İkinci olarak, Türk Dış Politikasına şekil veren Batıcılık anlayışı da, “sadece batı” bağlamındaki anlamını yitirdi. Onun yerine, Batılı prensiplere, demokratikleşmeye ve genel olarak AB'ye evet fakat Batı'ya mahkum olmayan, dünyayı Batı'dan ibaret görmeyen bir anlayışa bıraktı. Zaten bölgesel bir gücün Batılı, Doğulu, Kuzeyli veya Güneyli olması düşünülemez. Bölgesel bir güç her yön ile, tüm taraflarla ilgilenmeli, iyi ilişkiler içinde, etkileşim içinde olmalıdır. Bu bağlamda Türkiye AB ile bütünleşebilmek için bir taraftan reformlar yaparken, müzakere süreci devam ederken, diğer taraftan komşu ülkeler başta olmak üzere diğer ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye başladı, yeni açılımlar yapmaya devam etmektedir. Aslında bu dönemde, AB ile ilişkiler eskisine göre daha ciddi ele alınmaya başlandı ve Türkiye AB üyeliği için somut reformlar gerçekleştirdi.
Üçüncü olarak, Osmanlıdan günümüze Türk karar vericilerin şuur altına bir şekilde yerleşen Rusya algısı değişmeye başladı. Soğuk Savaşın sona ermesi ve Rusya'daki rejim değişikliği ile, artık tehdit, savaşılan Rusya yerine, ortak, işbirliği yapılması gereken Rusya algısı güçlenmeye başladı. Bu algıya paralel olarak, Rusya artık düşman olmaktan çıktı ve Türkiye'nin en yakın ticari ortak ve dostlarından biri haline geldi.
Dördüncü olarak, Türk karar vericilerinin Yunanistan algısı da değişime uğradı. Yunanistan ile bile dost olunabileceği ve dost olunması gerektiği düşünülmeye başlandı. Bu yaklaşım değişikliği Özal döneminde Davos süreci ile başladı, İsmail Cem'in gayretleri ile devam etti, 2002 sonrası ise olgunlaştı.
Beşinci olarak, Türkiye kendisini tarihsel, toplumsal, stratejik olarak tekrar tanımlamaya, sorgulamaya başladı ve kendisini ve yakın çevresini yeniden keşfetti. Bu sorgulama neticesinde “Türk'e Türk'den başka dost yoktur”, “Türkiye üç tarafından denizlerle, dört tarafından düşmanlarla çevrilidir” gibi anlayışların tersine Balkanlarda, Ortadoğu'da, Kafkaslarda, Orta Asya'da, Karadeniz'in Kuzeyinde ve hatta Pakistan'dan Endonezya'ya kadar dostları olduğunu, dost ve akraba toplulukların bulunduğunu keşfetti. Bu yeni algılama da doğal olarak tek batıya dönük dış politika yerine, çok boyutlu yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Türkiye'nin çevresi ile ilişkileri düzelmeye ve ticareti artmaya başladı.
Altıncı olarak, Türkiye Ankara merkezli daha özerk politikalar takip etmeye başladı. Türkiye NATO üyesi olarak ABD ve batının müttefiki olmakla beraber gerektiğinde “hayır” demeye, özerk kararlar vermeye başladı. 1 Mart 2003 yılındaki tezkere ile Irak savaşı bağlamında ABD'ye hayır diyebilirken, 2008 yılındaki Rusya Gürcistan savaşı sonrası ABD'nin Karadeniz'e donmasını gönderme isteği karşısında Montrö anlaşmasını öne sürerek hayır diyebilmiştir.
Yedinci olarak, Türk dış politikası yapım süreci, Türkiye'deki genel anlamdaki demokratikleşmeye, ve çoğulculuğun gelişimine paralel olarak, daha demokratik olmaya başladı. Milli Güvenlik Kurulunun yapısı değişti, asker sayısı azaldı. Meclisin, medyanın, kamuoyunun rolü artmaya başladı. Dolayısıyla, demokratikleşmeye paralel olarak Türk Dış politikası toplumun değer ve taleplerine daha açık hale geldi.
Özetle, Türkiye yeni dönemde kendi senaryoları planları ile Ankara merkezli hareket etmeye başladı. Komşu ülkeler ile sıfır sorun politikası ile komşular dost haline getirilmeye çalışılmaktadır. Ermenistan ile açılım bu çabanın son halkasını oluşturmuştur.
Gerek Soğuk Savaş sonrası Türkiye'nin üzerindeki baskıların azalması, gerekse Türkiye'nin çevresini yeniden keşfi, Türkiye'nin manevra alanını genişletirken, Türkiye dış politikada daha özerk kararlar alabilme imkanına da kavuştu. Bir bakıma, eğer bu eğilim böyle devam ederse, 1700'lerden beri devam eden iniş yerini tekrar yükselişe bırakacak, Türkiye'nin dünya politikasında etkin olduğu bir dönem başlayacaktır.
TÜRKİYE KÖPRÜ DEĞİL, MERKEZ
Yeni durumda Türkiye, bölgesel güç olma söylemini hayata geçirilebilme fırsatlarını yakaladı. Türkiye köprü olmadığını, bir medeniyetin son halkası olduğunu ve merkez olduğunu keşfetti. Zaten Türkiye'nin çevresindeki gelişmeler Türkiye'nin kendisini çevresinden soyutlayamayacağını olumlu veya olumsuz gelişmelerden etkileneceğini göstermekteydi.
Balkanlardaki, Kafkaslardaki, Ortadoğu'daki olaylar bu durumu somut olarak göstermektedir. Türkiye'nin Irak krizine ilgisiz kalamayacağı, Karabağ'ı, Çeçen sorunu yok sayamayacağı, Bosna'ya Kosova'ya sırtını dönemeyeceği görüldü. Aslında Diğer Küresel ve Bölgesel ülkeler başta ABD olmak üzere Türkiye'nin önceki konumundan daha önemli olduğunu keşfetti. Bu durum ise dış politikada Türkiye'nin daha rahat hareket etme imkanı sağlamaktadır.
Türkiye'nin çevresini keşfi onu bölgede ve dünyada daha saygın hale getirmiştir. Bu nedenle Suriye ile İsrail arasında arabulucu olabilmiş, Türkiye hem İsrail'in, hem de Suriye'nin güvenini kazanmıştır.
Nükleer kriz ile ilgili İran ile batı arasında da Türkiye yine iki tarafı bir araya getirme ve sorunu çözme bağlamında kolaylaştırıcı rol üstlenmektedir.
Lübnan'da siyasi krizin çözülmesinde Türkiye tüm taraflarla iyi ilişki kurabilen bir aktör olarak belirleyici olmuştur. ,
Yine Gürcistan'ın Güney Osetya'yı kontrol etme başarısız girişimini takiben Rusya'nın Gürcistan'ı işgali sonrası oluşan krizde Türkiye krizi tırmandırıcı değil, yumuşatıcı bir rol oynamış ve oynamaktadır. Bu durum ise artık Türkiye'nin Soğuk Savaş dönemindeki kenar ülkesi olma, NATO'nun güvey doğu kandının savunucusu olma rolünden öte, bölgede saygın, kendine özgü özerk politikalar üreten, bölgesel bir güç olduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında doğal olarak Türkiye'nin çevresinin de, Türkiye'den beklentileri artmaktadır.
Bu bağlamda Kosova'nın bağımsızlığı sırasındaki kutlamalarda, ABD ve Arnavut bayrakları ile beraber Tük bayrağının da dalgalanması bir tesadüf değildir. Fakat Türkiye'nin bölgesel güç olma konumunu güçlendirmesi ve ileride muhtemel bir kürsel güç olabilmesi için kendi içinde iç barışını sağlaması, siyasi yelpazenin tüm katmanlarının ülke çıkarı ve milletin refahı ortak paydalarında birleşmesi, devlet ve milletin işbirliği içinde el ele vermesi, devletin farklı kurumlarının bir vücudun farklı organları gibi ahenk içinde çalışması ve ülkenin enerjisinin kısır çekişmelerde harcanmaması bir zorunluluktur.
Prof. Dr. İdris BAL
[13] İdris Bal, ABD Politikaları ve Türkiye, Ankara: Lalezar Kitabevi, 2008, ss.5-90.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte, Türk dış politikası da değişim yaşamış, Türk dış politikası küresel iddialara sahip olma noktasından, mütevazi, sadece amacı ulus devletin sınırlarını koruma, varlığını devam ettirme noktasına gelmiştir.
Türk dış politikası Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar üç ayrı bölüme ayrılabilir.
İlk dönem 1923- 1990 arasıdır.
Bu dönem de kendi içerisinde Atatürk dönemi ve Atatürk'ün ölümü sonrasından 1990'a kadarki dönem olarak ayrılabilir.
İkinci dönem 1990-2002 arası dönemdir.
Üçüncü dönem ise 2002 sonrası dönemdir.
İlk dönem öncelikle devlet oluşumu ve devletin bağımsızlığını koruma amacı taşıyan daha sonraları statükocu ve tepkisel olunan bir dönemdir.
İkinci dönem ise yeni arayışların ortay çıktığı, eski yaklaşımların sorgulandığı bir dönem olmuştur.
Son dönem ise Türkiye'nin Ankara merkezli düşünmeye başladığı, gerçek bir bölgesel güç olduğu, bölgesel ve hatta küresel hedeflerin ortaya atılmaya başlandığı bir dönem olmaktadır. Bu bildirinin amacı öncelikle başından günümüze Türk dış politikasına şekil veren temel faktörlerin çerçevesini çizmek, daha sonra ise Türk dış politikasındaki temel değişimleri özetlemek ve 2002 sonrası yeni yönelimleri vurgulamak ve analiz etmektir.
Türk Dış Politikasına Şekil Veren Faktörler
Herhangi bir ülkenin dış politikasına şekil veren maddi ve maddi olmayan bir dizi faktörden söz edilebilir. Başka bir açıdan ise psikolojik çevre ve fiziksel çevre dış politikanın oluşumunda etkili olmaktadır. Bunlar ise gerçekleşen olaylar ve bunların insanlar tarafından algılanması ile ilgilidir. Dış politikaya şekil veren faktörleri eğer üç grup altında toplamak gerekirse; yapısal faktörler, davranışsal faktörler, dış dünyadaki gelişmeler bir ülkenin dış politikasını oluşumunda belirleyicidirler.
Yapısal faktörler
Yapısal faktörler bir ülkenin kısa zamanda değişmesi mümkün olmayan o ülkenin beşeri ve maddi kaynaklarının yapısı ile ilgili özellikleridir.
Bunlar; bir ülkenin tarihi, coğrafyası, nüfusu, ekonomik durumu, askeri gücü, ulusal özellikleridir.
Bu bağlamda Osmanlı tarihi Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasında etkili olduğu gibi, Türkiye'nin coğrafi özellikleri, Avrupa ile Asya arasındaki konumu, diğer taraftan kuzey-güney bağlamından da Ortadoğu ve Rusya arasındaki kilit pozisyonu Türkiye'nin dış politikasını etkilemektedir.
Benzeri şekilde halkının kültürel özellikleri, ulusal karakteri, liderlerinin özellikleri gibi yapısal faktörler dış politikanın oluşumunda etkili olmuştur.
Bu bağlamda tarihi miras ele alınması gereken faktörlerden bir tanesidir.
Altı yüzyıl süren çok büyük ve çok uluslu imparatorluğun varisi olmak, Türkiye'ye bir taraftan kullanabilecek büyük potansiyeller bırakırken, bu potansiyelin kullanılmaması ve yanlış politikalar gereği Osmanlı mirası Türkiye'nin güvenlik çıkarları ile ilgili riskleri de beraberinde getirmiştir.
Örneğin yakın zamana kadar Türkiye tüm komşuları ile kavgalı bir ülke konumundaydı. Bu durumu anlamlandırmada Rusya ve İran hariç Türkiye'nin komşularının tümünün Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında yaşamış olmaları gerçeği önem arz etmektedir. Bu ülkelerin bağımsızlık mücadelelerini Osmanlı'ya karşı yapmış olmaları, Türkiye'nin de gerekli önlemleri almaması sonucu söz konusu ülkelerin tarihlerini yazarken genellikle Osmanlı'yı çoğu sorunlarının kaynağı olarak göstermektedirler.
Söz konusu ülkelerdeki bu Osmanlı-Türk karşıtı eğilim özellikle bu ülkelerin eğitim sisteminde görülmektedir. Bu durum Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak, Ermenistan gibi ülkelerde açıkça görülebilmektedir.
Diğer taraftan Türk tarihi ve olayları algılaması açısından ise, söz konusu ülkelerin bağımsızlık ve uluslaşma mücadeleleri, vefasızlık, isyan ve ihanet örneği olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin dış politikasının belirlenmesinde, özellikle Türkiye'nin güvenlik algılama ve girişimlerinde çevresinde kendisine yönelik olarak bu türden duygular besleyen bir dizi ülke bulunması önemli rol oynamaktadırlar.
Diğer taraftan bardağın dolu tarafına bakan bir anlayışla yaklaşıldığında aynı ülkeler ve Osmanlı'nın hakim olduğu diğer ülke ve bölgelerde Türkiye'nin etkili olabileceğini de hatırda tutmak gerekmektedir. Bu bağlamda Osmanlı mirası hem fırsatları, hem de bazı risk ve yükleri Türkiye'nin omuzlarına yüklemektedir.
Yüklerden kurtulmak veya onların ağırlığını en aza indirmek, fırsatları, potansiyelleri de en iyi şekilde kullanmak Türk karar vericilerinin ve politika yapıcılarının maharetine kalmış bir durumdur. Uzunca bir süre, bu bağlamda Türk karar vericilerinin çok iyi bir performans sergilendiği söylenemez.
Türkiye'nin coğrafyası, kimliği Türk dış politikasının belirlenmesinde rol oynayan önemli bir faktördür. Üç tarafı denizlerle çevrili olması, Avrupa ile Asya kıtalarının birleştiği yerde köprü vazifesi görmesi, boğazları elinde bulundurması, Anadolu'nun geçiş noktası olması, Avrupa-Balkanlar, Ortadoğu/ Asya arasında maddi ve moral bir bağlantı öğesi olması, bir taraftan İslam ve Türk kimliklerine vurgu yapılırken diğer taraftan Avrupalılık kimliğin benimsenmesi ve bu bağlamda sosyal kültürel anlamda bir tür kimlik sorunu yaratan bir ikircikli konuma sahip olması onun dış politikasının belirlenmesinde önemli roller oynamakta, belirleyici olmaktadırlar.
Öneğin, Türkiye'nin ikircikli kimliği II. Dünya Savaşı'nı takiben ABD önderliğinde Sovyet karşıtı gruplaşma oluşurken Türkiye'nin Batı Avrupa merkezli mi, yoksa Ortadoğu/Asya merkezli mi bir rol üstleneceği tartışmasının yaşanmasına yol açmıştır. Türkiye ısrarla batılı kimliğine vurgu yapmış ve Türkiye II. Dünya Savaşı sonrasında NATO ve diğer birçok Batı merkezli örgütlenmeye katılmış, Ortadoğu ve Asya'da etkili olmayı rol oynamayı tercih etmemiştir. Aslında tarih tekerrür edercesine aynı tartışma bir anlamda günümüzde de, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girip girmemesi konusunda, bu defa biraz askeri/stratejik faktörler dışı bir açıdan da tartışılmaktadır.
Türkiye bölgesel standartlarda ekonomik, teknolojik, demokratik bağlamda iyi durumda olmasına rağmen, gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye teknoloji üreten değil tüketen ülkeler grubuna girmekte, ekonomisi gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmakta, demokrasisi yine ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalmış olup eksiklerini giderme arayışındadır. Tabi kaynaklar bağlamında özellikle Türkiye'nin komşu olduğu Ortadoğu ülkeleri gibi petrol ve doğalgaz zengini olmaması, nüfus büyüklüğü Türk dış politikasın oluşumunda etkili olmaktadır.
Davranışsal Faktörler
Türkiye'nin yapısal faktörlerinin üzerinde zaman içerisinde davranışsal faktörler oluşmuştur. Bunlar temel davranışsal faktörler denge politikası, batıcılık, statükoculuk, Rus tehdidi, Yunanistan'ın tutumu, karar alma mekanizması ve aktörlerin tutumu olarak sıralanabilir.
Denge politikası aslında güvenliğini kendi gücü ile sağlamada yetersiz kalan tüm ülkelerin takip ettiği bir siyasettir.
Osmanlı daha önce kendisi Batı için bir tehdit iken, özellikle 19. yüzyılda Osmanlı güvenliğini kendi başına sağlamada zorlanmış ve önce 1870'lere kadar İngiltere ile daha sonra I. Dünya Savaşı sonuna kadar Almanya ile işbirliğine gitmiştir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetle beraber aynı denge politikası devam etmiş Kurtuluş Savaşı boyunca ve Cumhuriyetin kurulması sonrası SSCB ile işbirliği yapılmış, II. Dünya Savaşını takiben bu defa SSCB Türkiye'nin karşısına bir tehdit olarak dikildiği için Batı ile işbirliği yapılmış ve Türkiye NATO üyesi olmuştur.
Batıcılığın kökeni Osmanlı'nın son yüzyılında görülmektedir. Yıkılmakta olan imparatorluk bu duruma çare bulma bağlamında Batı'dan bazı kurumların ve yöntemlerin alınmasını çözüm olarak düşünmeye ve uygulamaya başlamıştı.
I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Mustafa Kemal yakın çevresine batıcı aydınları aldı ve bu aydınların onun etrafında olması Osmanlı'nın sonunda başlayan reformları hızlandırmasına ve bazı durumlarda sonuçlandırmasına yardım etti.
Türkiye Kuruluş Savaşı'nı Batı medeniyetine karşı değil Batılı güçlere karşı verdi. Cumhuriyetle beraber Batı erişilmesi gereken bir hedef, işbirliği yapılması gereken bir taraf haline geldi. Böylece Cumhuriyet'in kurulması ile Batıcılık yeni kurulan devletin resmi ideolojisinin bir parçası haline geldi. Batıcılık dış politikanın belirlenmesinde de belirleyici olma özelliğini Cumhuriyet'in başından günümüze kadar devam ettirmektedir. Türkiye'nin AB dahil tüm Avrupa kurumları içinde yer almaya çalışmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Türkiye'nin NATO ve diğer Avrupa kurumlarına girmesi, AB'ye başvurusu ve bu konudaki devam eden ısrarı, Asya ve Ortadoğu'yu ihmali, takip ettiği batıcılık prensibi ile daha anlamlı hale gelmektedir.
Statükoculuk Türkiye'nin takip ettiği diğer bir prensiptir. Kurtuluş Savaşı sırasında her ne kadar devletin kuruluş hedeflerinin topraksal anlamı olan Misak-ı Milli tam olarak gerçekleştirilememiş olsa da, zamanın siyasi liderliği tarafından o günün şartları göz önüne alındığında gelinen noktanın tatmin edici olduğu kabul edilmiş, bu durumun Lozan'da siyasi ve hukuki anlamda tescil edilmiş olması, Türk dış politikasındaki Lozan temelindeki mevcut durumu koruma düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda Mustafa Kemal'in Yurtta Sulh Cihanda Sulh deyişi cumhuriyetin dış politika çizgisini oluşturmuş, bu çizgi Montrö, Hatay, Kıbrıs örnekleri hesaba katılmazsa günümüze kadar esas olarak sürdürülmüştür. Bu çizgi bir taraftan Türk dış politikasını maceradan uzak tuttuğu argümanı ile savunulurken, diğer taraftan bu çizginin Türk dış politikasını pasif ve reaksiyoncu bir yapıya oturtması bağlamında eleştiriye de maruz bırakmıştır.
Öncelikle Yurtta sulh cihanda sulh deyişi statükocu bir yaklaşımla yorumlanabileceği gibi aktif, reaksiyoncu olmayan, ülkesinde, bölgesinde ve hatta dünyada sulhun, adaletin gerçekleşmesi, Türkiye'nin çıkarlarının korunması için elini taşın altına koyabilen, riskler alabilen, kendi projeleri ile ortaya çıkabilen bir dış politika anlayışı şeklinde de yorumlanabilir.
Diğer taraftan statükocu bir anlayışla yorumlansa bile, Yurtta sulh cihanda sulh anlayışının ortaya atıldığı dönemdeki Türkiye'deki şartlar, dünyadaki şartlar, dönemin liderlerinin tecrübeleri, psikolojik yapıları gibi faktörler hatırda tutulmalıdır.
I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan devletlerle yapılan anlaşmaların en ağırı olan Sevr anlaşmasının dayatıldığı Osmanlı Devleti, kendi içinden çıkan Mustafa Kemal liderliğinde milli bir hareket ile I. Dünya Savaşı'nın galibi devletlerin desteklediği Yunan güçlerine karşı başarılı bir Kurtuluş Savaşı verilmiş, bunu takiben büyük güçler de Türkiye ile anlaşmaya yanaşmışlar ve Sevr'e göre kesinlikle büyük bir başarı olan Lozan'ı Türkiye ile imzalamışlardır. Yani bir bakıma Batı'nın bir çırpıda işi bitirmek istercesine dayattığı Sevr ulusal bir reaksiyonla makulleştirilmiş, “Lozanlaştırılmıştır”.
Statükoculuğa daha ziyade galip devletler, kayrılmış çıkarları olan ülkeler, bu durumu devam ettirebilmek için sahip çıkarlar. Oysa Türkiye I. Dünya Savaşı'nın galibi değil mağlubudur. Lozan ise kendine dayatılan sanki doğu sorununu kökten çözmek isteyen, Osmanlı Türkü'nün intiharı anlamına gelecek bir anlaşmanın reddi ile daha makul bir antlaşma yapabilmek için milli bir mücadele neticesinde erişilen, zamanın şartlarında erişilebileceğin en iyisine erişmeyi amaçlayan bir anlaşmadır.
Dolayısı ile Lozan I. Dünya Savaşı galibi bir Türkiye'nin imzaladığı, Türkiye'ye kayrılmış çıkarlar sağlayan bir antlaşma değil, hatta Misak-ı milli'nin bile o devirdeki şartların el vermediği için tam olarak gerçekleştirilemediği bir anlaşmadır.
Örneğin I. Dünya Savaşı'nda aynen Anadolu'nun işgal edilememiş diğer şehirleri gibi Musul bölgesi de işgal edilememişti. Fakat bölgenin Hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olması, bu kaynaklar sayesinde Türkiye'nin kendini çabuk toparlayabilme ihtimalin olması gibi sebeplerle Lozan'da Türkiye'ye verilmemiş daha sonra da bu bölge Türkiye'den alınmıştır.
Statükoculuk ile ilgili diğer önemli bir boyut ise, II. Dünya Savaşı ile dünyadaki dengeler tamamen değişmiş, yeni bir uluslararası sistem kurulmuş ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile bu sistem de revize edilmektedir. Bu şartlar göz önüne alındığında Lozan temeline dayanan ve Atatürk'ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh deyişini statükoculuğu meşrulaştıracak şekilde yorumlayan bir anlayış, sorgulamaya açık olup kanaatimce iki binlerin Türkiye'si için “deli gömleği” anlamına gelecek, Türkiye'nin uluslararası arenada hareket sahasını ve ufkunu daraltacak ve Türkiye'yi dış politikada sıkıntılara sokacaktır.
Şimdiye kadar takip edilen politikalar da Türkiye'yi büyük ölçüde dünya ve bölge politikalarından izole etmiş, Türkiye'yi inisiyatif almaktan korkan, reaksiyoncu, pasif ve her zaman başkalarının projeleri üzerinde konuşan, kendisi proje ortaya atamayan, yalnız bir ülke konumuna sokmuştur. Günümüzde Türkiye bu durumdan kurtulma çabaları vermektedir ve önemli mesafe kat etmiştir.
Türk Dış politikasına şekil veren diğer bir davranışsal faktör “Rus tehdidi”dir. Türkiye'nin uluslararası politika açısından her zaman önem arz eden coğrafyası kuzeyinde kendisi için özellikle 19. yüzyıldan itibaren tehdit oluşturan bir güçle yaşamak zorunda bırakmıştır. Nasıl Osmanlı Devleti yükselirken hemen yanında gerileyen Bizans vardıysa, benzeri bir şekilde Osmanlı gerilerken hemen yanında yükselen bir Rusya vardı ve Osmanlı nasıl Bizans'ın gerilemesinden yararlandıysa, Rusya da Osmanlı'nın gerilemesinden yararlanmıştır.
Rusya önce Osmanlıdan aldığı topraklar sayesinde Karadeniz'e bir çıkış kazanmış, daha sonra Osmanlı'yı Karadeniz'in kuzeyinden tamamen silmiştir. Bunun ötesinde sıcak denizlere inme politikası ile daha da aşağılara inme politikasını ortaya koysa da bunda muvaffak olamamıştır.
Osmanlı'dan günümüze bu gelişmelerin etkisiyle Türk karar vericilerin şuur altında Rusya dikkat edilmesi gereken bir tehdit olarak kazınmıştır. Önce Çarlık Rusya'sı, sonra SSCB, şimdi de Rusya Federasyonu bu bağlamda değerlendirilebilir. Günümüzde Rusya ile gelişen ilişkililer, bu davranışsal faktörü tamamen ortadan kaldıramasa da, artık her iki tarafın birbirlerini düşman olarak kabul etmediklerini, hatırda tutmak gerekir.
Türk dış politikasının oluşumunda rol oynayan diğer bir davranışsal faktör geçmişte Osmanlı'nın bir parçası olan Yunanistan'ın tutumudur. 300 yıldan fazla Osmanlı egemenliği altında kalan Yunanistan dönemin büyük güçleri İngiltere, Rusya ve Fransa'nın da desteği sayesinde 1830'da bağımsızlığını kazanmıştır. Diğer taraftan yukarıda bahsedildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti Yunanistan'ın Anadolu'ya işgalini sona erdirmek amacı ile yapılan Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuştur. Bu durum her iki ülkenin tarihi hafızlarında önemli yer tutmaktadır.
Yunanistan bağımsız olduktan sonra defalarca Osmanlı ve Türkiye aleyhine genişlemiştir. Bu durum Türk insanı ve karar vericileri üzerinde etkili olmuş, Türk dış politikası formüle edilirken her zaman Yunanistan'ın tutumu, takip ettiği politikalar dikkatle takip edilmiş ve Türk dış politikasın oluşumunda Yunanistan faktörü önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda Fatin Rüştü Zorlu'nun “Yunanistan bir havuza atlasa biz de atlarız, velev ki havuz boş olsun” deyişi bu durumu yansıtan çarpıcı bir açıklamadır.
Türkiye'nin bu hassasiyetinin arkasında yatan mantık, Yunanistan'ın attığı adımlar ile büyük güçlerle bağımsız olduğu dönemde ve daha sonra yaptığı gibi işbirliği yaparak Türk çıkarlarına zarar vermesinden korkulması ve bu durum hassas bir şekilde Yunanistan'ın takip edilerek önlenmeye çalışılmasıdır. Aslında Türkiye'nin korktuğu başına gelmiş ve Yunanistan AET'ye başvurduktan iki hafta sonra 31 Temmuz 1959'da Türkiye de Yunanistan'dan geri kalmamak için başvuruda bulunmasına rağmen Yunanistan 1980'de AT'ye tam üye olmuşken, Türkiye ise halen AB'ye üyelik için çabalamaktadır. Sonuçta ise Yunanistan AB'yi ardına alarak Türkiye'yi Türk Yunan sorunlarında ve Kıbrıs sorununda sıkıştırmaktadır.
Türkiye'deki dış politika karar yapım süreci ve süreçte yer alan aktörlerin tutumu dış politikanın oluşumunda rol oynamaktadır. Hükümet, Cumhurbaşkanı, Dış İşleri Bakanlığı, Güvenlik yapılanması dış politikanın yapım sürecinde ilk derece önemli oyuncularken, meclis, medya, çıkar grupları, etnik baskı grupları ve kamuoyu dış politikanın yapım sürecinde ikinci derece oyunculardır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kimliği dış politika yapım süreci ile direk ilgilidir. Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Dışişleri Bakanlığı kendilerini tamamen devletin var olan kimliğini korumaya adamışlardır. Bu bağlamda bir ittifak içindedirler. Türk dış politikası doğal olarak Kemalist Batıcılığı rehber edinen devlet kimliğini yansıtır. Bakanlar Kurulu ve Başbakan ise halkın tercihlerine daha duyarlıdırlar ve yukarıda sözü geçen üç oyuncu (saç ayağı) karşında farklı bir dış politika ortaya koyabilme bakımından fazla belirleyicilikleri yoktur. Onlar halk ile devlet arasında tampon oluşturmaktadırlar. Meclisin ise rolü çok sınırlıdır. Meclis temel olarak üç büyük oyuncunun ve yürütmenin aldığı kararları onaylar.
1990-2002 dönemi: Türk Dış Politikasında Yeni eğilimler
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Atatürk dönemi diyebileceğimiz ilk dönemde öncelikle devlet oluşumu ve devletin bağımsızlığını koruma amacı hedeflenmiş, daha sonraları ise Türk Dış Politikasını tanımlamada statükoculuk ve tepkisellik daha belirleyici hale gelmiştir.
Cumhuriyetin kurulmasından Atatürk'ün ölümüne kadar geçen dönemde devlet inşası süreci devam etmiş, diğer taraftan ise yeni kurulan devletin tam bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunması, buna yönelik uluslararası işbirliğinin sağlanması temel hedef olmuştur. Bu bağlamda Kurtuluş Savaşı'nda düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi bağlamında batı ile mücadele eden SSCB ile ortaklık yapmış fakat bağımsızlık ilan edildikten sonra yavaş yavaş SSCB'den uzaklaşıp batıya yaklaşılmıştı.
Sovyetler ile uzaklaşma süreci 2. Dünya Savaşı sonunda zirveye varmış, SSCB'nin kendisi Türkiye'nin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tehdit eden en önemli güç haline gelmiş, boğazlarda hak iddia etmiş ve toprak talep etmiştir. Bu durum ise Türkiye yi batıya itelemiş, Türkiye 1952 de NATO'ya girmiş ve batı güvenlik sistemini parçası haline gelmiştir. Bu aynı zamanda Türkiye'nin dış dünyada özerk davranabilme gücüne zarar vermiştir.
Türk Dış politikasında ABD ve batı daha belirleyici hale gelmiştir. Başka bir değişle bu dönemdeki Türk Dış Politikasının tepkisel olmasının, pasif olmasının genel sebebi Soğuk Savaş ortamıdır.
Türkiye SSCB'nin komşusudur ve onu provoke etmek istememekteydi ve günümüzde Türk dünyasının önemli bir parçası olarak adlandırılan Orta Asya SSCB'nin bir parçasıydı. Balkanlar ise doğu bloğunun bir parçasıydı. Ortadoğu ise her ne kadar da iki bloğa dahil olmasa da iki blok liderlerinin mücadele alanıydı, dolayısıyla Türkiye pro-aktif politikalar takip etmek istese bile o dönemdeki konjonktür buna uygun zemin hazırlamamaktaydı.
İkinci ise, Türkiye o dönemde hem iç politikada, hem dış politikada çoğulculuk yerine tek tip insan oluşturma gayretinde idi ve farklılıklar cezalandırılıyordu. Bir bakıma bu dönemde Türk insanı fikri bir kısırlaştırmaya maruz bırakılmıştı. Bunun dış politikaya yansıması ise, tek boyutlu, yüzünü batıya dönmüş, diğer bölgeleri ihmal etmiş hatta ve hatta düşmanca yaklaşım içerisinde bir dış politika anlayışı ve uygulamasıydı. Bu iki faktör bir araya geldiği için bu dönemde Türkiye dış politikada daha etkisiz, daha pasif, daha edilgen duruma düşmüştür.
Türk dış politikasındaki yaklaşımların sorgulanmaya başlandığı dönem genel olarak Soğuk Savaş'ın bitmesi ile başlayan dönem olmuştur. Bu dönem 1990'larla başlamış ve 2002 AK parti iktidarına kadar devam etmiştir. Bu dönem ise yeni arayışların görüldüğü, eski yaklaşımların, politikaların sorgulandığı bir dönem olmuştur.
Soğuk Savaş boyunca güvenlik argümanlarından dolayı batı için önemli olan, NATO içerisin de ikinci büyük orduyu besleyen doğu –batı sınırları içerisindeki toprakların %37'sini koruyan, Sovyet ordularına karşı ilk savaşacak ordu olan Türkiye batı için önem arz etmekteydi. Bu durumun farkında olan Türkiye bu güvenlik kartını batı ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak devamlı bir şekilde kullanmıştır. Fakat Doğu Blok'u dağıldıktan, Sovyetler Birliği de parçalandıktan, kominizim de tehdit olmaktan çıktıktan sonra artık Türkiye güvenlik bağlamında bu bakımdan batı ve ABD için önemini kaybetmiştir.
Tam da Türkiye'nin batı ve ABD için öneminin azaldığı iddiaları ortaya atılırken, Soğuk Savaş sonrası Balkanlarda Kosova, Makedonya, Bosna gibi sorunlar, Kafkasya'da, Osetya, Çeçenistan, Abazya, Karadağ gibi sorunlar, Ortadoğu da Kuveyt in işgali, Filistin sorunu gibi sorunlar, istikrarsızlıklarla dolu bu bölgelerin tam ortasında bulunan Türkiye'nin bölgesel ve küresel barış için yok sayılamayacak bir güç olduğunu ortaya çıkardı. Bu nedenle tahminlerin aksine, başta ABD olmak üzere dünya ülkeleri Türkiye'ye daha fazla önem vermeye başladılar. Türk-Amerikan ilişkileri stratejik ortaklık olarak adlandırılmaya başlandı. Türkiye ise diğer taraftan Soğuk Savaş sonrası dönemde hala önemli olduğunu ortaya koyabilmek ulusal çıkarlarını koruyabilmek için KEİB, EKO, Balkan ülkeleri ile işbirliği, Türk Dünyası ile işbirliği, ABD ile daha derin işbirliği gibi arayışlara girmiştir.
Fakat şu da bir gerçektir ki, Soğuk Savaşın sona ermesi Türk dış politikasını sınırlayan konjonktürel etkileri ortadan kaldırmış, bağımsız bir Türk dünyası, işbirliğine açık bir Balkanlar, işbirliğine yatkın bir Ortadoğu ortaya çıkmıştır.
İkinci olarak ise Türkiye içerisinde hem iç politika, hem dış politika anlayışında daha çoğulcu yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamış, tek tip insan oluşturma mantığı yerini daha liberal ve çoğulcu bir mantığa bırakmış, dış politikada ise batının dışındaki bölgeleri yok sayan anlayış iflas etmiş, dış politikada da daha çoğulcu, çok boyutlu anlayışlar ortaya atılmaya başlanmıştır.
1990'lar sonrası Türk dış politikasının pro-aktif hale gelmesinde diğer faktörlerin yanında Türkiye'nin uluslar arası ilişkilerde yalnızlığı, özellikle terör ve Kıbrıs konusunda desteklenmemesi, Türkiye'nin AB sürecinde sorunlarla karşılaşması, Rusya hala önemli bir güç olarak Türkiye'nin karşısında durması gibi faktörler Türkiye'nin 1990 sonrası yeni arayışlara girmesinde itici rol oynamıştır. Fakat 1990'larda Türkiye'de koalisyon hükümetleri bulunması, bu hükümetlerin uyumlu çalışmaması, Özal'ın 1993 de şüpheli vefatı, 1997 deki muhtıranın demokratik rejimi tahribi, hükümeti düşürmesi Soğuk Savaş sonrasındaki fırsatların değerlendirilmesi bağlamında zararlı olmuş, dış politikadaki yeni açılımları zayıf bırakmıştır.
2002 Sonrası Dönem: Ankara Merkezli Politikalar
2002 yılında AK partinin tek başına iktidara gelmesi ile başlayan dönemde, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile Türk Dış Politikasında başlayan değişim arayışı, eski uygulamaların sorgulanması, yeni yön, alternatif arayışları, artık arayış olmaktan çıkmış, kurumsallaşmış ve yeni bir Türk dış politikası yaklaşımı uygulamaya koyulmuştur. Bu yeni politikanın temel özellikleri şöyledir;
İlk olarak, Yurtta Sulh Cihanda sulh prensibi önceden statükocu bir şekilde yorumlanıyor ve uygulanıyordu. Bu yüzden Türkiye çevresinde olup bitenlere ilgi göstermiyor, müdahil olmuyor eğer zarar görürse sadece tepki gösteriyordu. Yeni Türk karar vericileri artık bu ilkeyi farklı yorumlamaya başladılar. Yurt içinde demokratikleşme ve kucaklayıcı bir ideoloji ile barışı sağlamayı hedeflerken, çevresinde ve dünyada aktif politikalarla barışı ve istikrarı sağlamak hedeflenmeye başlandı.
İkinci olarak, Türk Dış Politikasına şekil veren Batıcılık anlayışı da, “sadece batı” bağlamındaki anlamını yitirdi. Onun yerine, Batılı prensiplere, demokratikleşmeye ve genel olarak AB'ye evet fakat Batı'ya mahkum olmayan, dünyayı Batı'dan ibaret görmeyen bir anlayışa bıraktı. Zaten bölgesel bir gücün Batılı, Doğulu, Kuzeyli veya Güneyli olması düşünülemez. Bölgesel bir güç her yön ile, tüm taraflarla ilgilenmeli, iyi ilişkiler içinde, etkileşim içinde olmalıdır. Bu bağlamda Türkiye AB ile bütünleşebilmek için bir taraftan reformlar yaparken, müzakere süreci devam ederken, diğer taraftan komşu ülkeler başta olmak üzere diğer ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye başladı, yeni açılımlar yapmaya devam etmektedir. Aslında bu dönemde, AB ile ilişkiler eskisine göre daha ciddi ele alınmaya başlandı ve Türkiye AB üyeliği için somut reformlar gerçekleştirdi.
Üçüncü olarak, Osmanlıdan günümüze Türk karar vericilerin şuur altına bir şekilde yerleşen Rusya algısı değişmeye başladı. Soğuk Savaşın sona ermesi ve Rusya'daki rejim değişikliği ile, artık tehdit, savaşılan Rusya yerine, ortak, işbirliği yapılması gereken Rusya algısı güçlenmeye başladı. Bu algıya paralel olarak, Rusya artık düşman olmaktan çıktı ve Türkiye'nin en yakın ticari ortak ve dostlarından biri haline geldi.
Dördüncü olarak, Türk karar vericilerinin Yunanistan algısı da değişime uğradı. Yunanistan ile bile dost olunabileceği ve dost olunması gerektiği düşünülmeye başlandı. Bu yaklaşım değişikliği Özal döneminde Davos süreci ile başladı, İsmail Cem'in gayretleri ile devam etti, 2002 sonrası ise olgunlaştı.
Beşinci olarak, Türkiye kendisini tarihsel, toplumsal, stratejik olarak tekrar tanımlamaya, sorgulamaya başladı ve kendisini ve yakın çevresini yeniden keşfetti. Bu sorgulama neticesinde “Türk'e Türk'den başka dost yoktur”, “Türkiye üç tarafından denizlerle, dört tarafından düşmanlarla çevrilidir” gibi anlayışların tersine Balkanlarda, Ortadoğu'da, Kafkaslarda, Orta Asya'da, Karadeniz'in Kuzeyinde ve hatta Pakistan'dan Endonezya'ya kadar dostları olduğunu, dost ve akraba toplulukların bulunduğunu keşfetti. Bu yeni algılama da doğal olarak tek batıya dönük dış politika yerine, çok boyutlu yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Türkiye'nin çevresi ile ilişkileri düzelmeye ve ticareti artmaya başladı.
Altıncı olarak, Türkiye Ankara merkezli daha özerk politikalar takip etmeye başladı. Türkiye NATO üyesi olarak ABD ve batının müttefiki olmakla beraber gerektiğinde “hayır” demeye, özerk kararlar vermeye başladı. 1 Mart 2003 yılındaki tezkere ile Irak savaşı bağlamında ABD'ye hayır diyebilirken, 2008 yılındaki Rusya Gürcistan savaşı sonrası ABD'nin Karadeniz'e donmasını gönderme isteği karşısında Montrö anlaşmasını öne sürerek hayır diyebilmiştir.
Yedinci olarak, Türk dış politikası yapım süreci, Türkiye'deki genel anlamdaki demokratikleşmeye, ve çoğulculuğun gelişimine paralel olarak, daha demokratik olmaya başladı. Milli Güvenlik Kurulunun yapısı değişti, asker sayısı azaldı. Meclisin, medyanın, kamuoyunun rolü artmaya başladı. Dolayısıyla, demokratikleşmeye paralel olarak Türk Dış politikası toplumun değer ve taleplerine daha açık hale geldi.
Özetle, Türkiye yeni dönemde kendi senaryoları planları ile Ankara merkezli hareket etmeye başladı. Komşu ülkeler ile sıfır sorun politikası ile komşular dost haline getirilmeye çalışılmaktadır. Ermenistan ile açılım bu çabanın son halkasını oluşturmuştur.
Gerek Soğuk Savaş sonrası Türkiye'nin üzerindeki baskıların azalması, gerekse Türkiye'nin çevresini yeniden keşfi, Türkiye'nin manevra alanını genişletirken, Türkiye dış politikada daha özerk kararlar alabilme imkanına da kavuştu. Bir bakıma, eğer bu eğilim böyle devam ederse, 1700'lerden beri devam eden iniş yerini tekrar yükselişe bırakacak, Türkiye'nin dünya politikasında etkin olduğu bir dönem başlayacaktır.
TÜRKİYE KÖPRÜ DEĞİL, MERKEZ
Yeni durumda Türkiye, bölgesel güç olma söylemini hayata geçirilebilme fırsatlarını yakaladı. Türkiye köprü olmadığını, bir medeniyetin son halkası olduğunu ve merkez olduğunu keşfetti. Zaten Türkiye'nin çevresindeki gelişmeler Türkiye'nin kendisini çevresinden soyutlayamayacağını olumlu veya olumsuz gelişmelerden etkileneceğini göstermekteydi.
Balkanlardaki, Kafkaslardaki, Ortadoğu'daki olaylar bu durumu somut olarak göstermektedir. Türkiye'nin Irak krizine ilgisiz kalamayacağı, Karabağ'ı, Çeçen sorunu yok sayamayacağı, Bosna'ya Kosova'ya sırtını dönemeyeceği görüldü. Aslında Diğer Küresel ve Bölgesel ülkeler başta ABD olmak üzere Türkiye'nin önceki konumundan daha önemli olduğunu keşfetti. Bu durum ise dış politikada Türkiye'nin daha rahat hareket etme imkanı sağlamaktadır.
Türkiye'nin çevresini keşfi onu bölgede ve dünyada daha saygın hale getirmiştir. Bu nedenle Suriye ile İsrail arasında arabulucu olabilmiş, Türkiye hem İsrail'in, hem de Suriye'nin güvenini kazanmıştır.
Nükleer kriz ile ilgili İran ile batı arasında da Türkiye yine iki tarafı bir araya getirme ve sorunu çözme bağlamında kolaylaştırıcı rol üstlenmektedir.
Lübnan'da siyasi krizin çözülmesinde Türkiye tüm taraflarla iyi ilişki kurabilen bir aktör olarak belirleyici olmuştur. ,
Yine Gürcistan'ın Güney Osetya'yı kontrol etme başarısız girişimini takiben Rusya'nın Gürcistan'ı işgali sonrası oluşan krizde Türkiye krizi tırmandırıcı değil, yumuşatıcı bir rol oynamış ve oynamaktadır. Bu durum ise artık Türkiye'nin Soğuk Savaş dönemindeki kenar ülkesi olma, NATO'nun güvey doğu kandının savunucusu olma rolünden öte, bölgede saygın, kendine özgü özerk politikalar üreten, bölgesel bir güç olduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında doğal olarak Türkiye'nin çevresinin de, Türkiye'den beklentileri artmaktadır.
Bu bağlamda Kosova'nın bağımsızlığı sırasındaki kutlamalarda, ABD ve Arnavut bayrakları ile beraber Tük bayrağının da dalgalanması bir tesadüf değildir. Fakat Türkiye'nin bölgesel güç olma konumunu güçlendirmesi ve ileride muhtemel bir kürsel güç olabilmesi için kendi içinde iç barışını sağlaması, siyasi yelpazenin tüm katmanlarının ülke çıkarı ve milletin refahı ortak paydalarında birleşmesi, devlet ve milletin işbirliği içinde el ele vermesi, devletin farklı kurumlarının bir vücudun farklı organları gibi ahenk içinde çalışması ve ülkenin enerjisinin kısır çekişmelerde harcanmaması bir zorunluluktur.
Prof. Dr. İdris BAL
[1] İngilizlerin devletlerini Büyük Biritanya (Great Britain) olarak adlandırdıkları gibi Osmanlılar da devletlerini Devlet-i Aliye olarak adlandırıyorlardı. Fakat bu terim literatürde çok kullanılmayıp daha ziyade Batılıların Osmanlıları adlandırış biçimi olan Osmanlı İmparatorluğu terimi literatüre hakim olmuştur.
[2] İngiltere'de doktora yaptığım dönemde Libyalı bir arkadaşıma Osmanlı'yı nasıl değerlendirdiklerini sorduğumda, Libya'nın Osmanlı yönetiminde kaldığı dönemi “cahiliye” dönemi olarak adlandırdıklarını belirtmişti… Diğer taraftan Erdoğan'ın 2009 Libya ziyaretinde Kaddafi'nin “İstanbul ortak başkentimizdi” dediği de hatırda tutmalıdır. Yani aynı geçmiş olumlu da, olumsuz da yorumlanabilmektedir.
[3] Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşından Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 2006, ss.3-4.
[4] Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşında Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 2006, ss.2-3.
[5] Attaürk dönemi Türkiye Cumhuriyeti için bakınız, İdris Bal, “Turkish Republic During Atatürk”, Türk İdare Dergisi”, Yıl:71, Aralık 1999, Sayı: 425, ss.183-196.
[6] Atatürkle ilgili bakınız, Patrick Kinross, Atatürk The Rebirth of a Nation, London: Weidenfeld & Nicolson, 1993; H.C. Armsttrong, Grey Wolf, Harmondsworth: Penguin Books, 1939.
[7] Ferenc A. Vali, Bridge Across the Bosporus The Foreign Policy of Turkey, London: The Johns Hopkins Press, 1971, p.10; Yüksel Söylemez, "Turkey: Western or Moslem", Turkish Review, Autumn 1992, p.49. Ayrıca bakınız, Aydın Yalçın, "Türk modeli kavramı ve Türkiyenin iktisadi kalkınmasındaki bazı özellikler", Türkiye-Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerinde Demokrasi ve Piyasa Ekonomisine Geçiş Süreci, Yeni Forum Uluslararası 2. Sempozyumu 16-23 November 1992 Baku, Azerbaycan, Ankara: Yeni Forum A.Ş. 1993, ss.9-11. Osmanlı Devletinde batıcılıkla ilgili bakınız, Ersin Kalaycıoğlu ve Yaşar Sarıbay, (ed) Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, Istanbul: Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., 1986.
[8] Faruk Sönmezoğlu, II. Dünya Savaşında Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 2006, s.4.
[9] İdris Bal, “Bölgesel Güvenlik ve Türkiye'nin Stratejik Önemi”, İdris Bal (Ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Ankara: AGAM ve Lalezar Kitabevi, 2006, ss. 853-854.
[10] Birgül Demirtaş-Coşkun,”Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”, İdris Bal, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Ankara: Ankara Global Araştırmalar Merkelezi ve Lalezar Kitabevi, 2006, s.274.
[11] Bakınız, Philip Robins, Suits and Uniforms Turkish Foreign Policy since the Cold War, Seattle: University of Washington Press, 2003, pp.52-92; Şaban Çalış, “The Turkish State's Identity and Foreign Policy Decision –Making Process”, Mediterranean Quarterly, Spring 1995, pp.135-155.
[12] Türk Dış politikası ile ilgili kapsamlı çalışmalar için bakınız, İdris Bal, (ed.), 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, Ankara: Lalezar Kitabevi, 3. Baskı, 2006, 1024 sayfa; Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul: Küre Yayınları, 2001, 584 sayfa; Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası, İstanbul: Der Yayınları, 2006.